2 Aralık 2021 Perşembe

‘Saraysız başkan’ Mujica’dan özlü sözler

 – Düşündüğün gibi yaşarsan, yaşadığın gibi düşünürsün.

– Sade, yüksüz, bagajsız, maddi kaygıları olmayan, yalın bir hayat… Hoşuma giden, istediğim şeyleri yapabilme… Benim için özgürlük bu demek.

– Bir devlet başkanının halkının nasıl yaşadığını görmesi gerekir. Başka ıvır zıvırla çok uğraşırsanız buna vaktiniz kalmaz.

– Mağlubiyetler, zaferlerden çok daha öğreticidir.

– İleriye bakıyorum. Çünkü geçmişte olanların telafisi yok.

– Merdivenleri basamak basamak çıkmak gerek. Çok radikal adımlar atarsam uğruna çarpıştığım hiçbir şeyi beceremem. Lafta kalır. Konuşurum, bağırır, çağırırım, ama bu hiçbir şeye çözüm olmaz.

– Üretim araçlarının dağılımını değiştirirsek toplumu da değiştireceğimizi düşünüyorduk. Yanılıyormuşuz. Kültürü değiştirmezsen hiçbir şey değişmiyor. Ve en zoru da kültürü değiştirmek. Yeni ve farklı bir kültür yaratmanın merkezinde felsefe ve etik yatıyor.

– Benim jenerasyonum, bir gün daimi toplumsal adaleti yakalayacağına inandı. Bu gerçekçi değildi. İlerleme mücadelesi asla bitmez. Yani kaybedersek, bu mahvolduğumuz anlamına gelmez. Mücadeleye yeniden başlayabiliriz. Ama zafere ulaşırsak da bu kesin bir zafer olmaz…

– Sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada solun derdi ‘birlik’ti. Uruguay’da sol, birlik olması gerektiğini öğrendiği gün, ortak programlar yaratmayı, beraber yürümeyi öğrendiği gün kazanmaya başladı. Kazandık, çünkü birleştik. Farklılıklara saygı duyarak birlik olduk. Birleştiğinizde gerçek bir alternatif olmaya başlıyorsunuz. İnsanlar aptal değil. Hayatlarının ellerinden kaymasını istemiyorlar. Kimse boş laf, fikir tartışması istemiyor. Gerçek şeyler istiyorlar. Tartışma ve fikirler için değil, iktidar için kavga etmek gerekir. İktidara oynamak için güçlü olmak gerekir. Güçlü olmak büyük kalabalıklarla mümkündür. Oldukça basit ama solun bunu anlaması çok kolay olmuyor.

– Kirlenme tüketim medeniyetinin bir sonucu. Zengin olmak isteyen insan, eninde sonunda ruhunu şeytana satar. Bu çağımızın bir hastalığı. Tüketim medeniyeti bir örümcek ağı gibi, hepimizi yakalıyor. Mutluluğu, bitmek bilmeyen bir iştahla bir şeyler satın almakta sanıyoruz. Böyle bir sistemde bozulmak çok kolay.

– En katlanamadığım şey de realiteyi kabul etmemektir. 


– (Obama)  Amerikan politik sisteminin bize verebileceği en iyi insan.

– (ABD’nin Küba ambargosu)  Çok absürt bir durum. ABD gibi devasa bir gücün, yanı başındaki küçücük bir adadan bu kadar korkması gülünç. Tarih hep şunu gösterdi: Ambargoda hep garibanlar zarar görür. Devleti cezalandırmış olmazsınız. Yoksullar zarar görür. İyi ki bitiyor.

– Che Guevara’nın bıraktığı gibi bir miras bırakacağımı sanmıyorum. Muhtemelen yatağımda romatizmalı bir ihtiyar olarak öleceğim!

– Aşk en önemli şeydir, hayatın motorudur. Aşk olmazsa hayat da olmaz.

– İnsan daha iyi bir toplum kurmak için çabalamalı. Bu belki sosyalizmdir ama başka araçlara da ihtiyaç var.

– İnsanın bencil bir tarafı var. Ama medeniyet dayanışmacı toplumlar da çıkarabiliyor. İnsan kendini geliştirebilen tek canlı. Ama aynı zamanda kendini yok edebilecek tek canlı…


Haberin kaynağı:

https://www.hurriyet.com.tr/kelebek/hayat/dunyanin-en-sevilen-cumhurbaskani-jos-mujica-devlet-baskani-halkinin-nasil-yasadigini-gormeli-40008182





28 Kasım 2021 Pazar

Nazım Hikmet - Stronsium 90

Acayipleşti havalar,
Bir güneş, bir yağmur, bir kar.
Atom bombası denemelerinden diyorlar.
Stronsium 90 yağıyormuş
Ota süte ete,
Umuda, hürriyete,
Kapsını çaldığımız büyük hasrete.
Kendi kendimizle yarışmadayız, gülüm.
Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz,
Ya dünyamıza inecek ölüm.

Nazım Hikmet

1958’de yazdığı “Stronsium 90” adlı şiiri, atom bombası kelimeleri yerine nükleer santral kelimelerini de koyabiliriz...

(Yeni Şiirler, YKY yayınları, 2002)


17 Nisan 2021 Cumartesi

Köpek dostlarımız bize neler öğretir?

Hakan Aksay'a ait 15.03.2019 tarihli  "Vedalaşma Zamanı" adlı yazısında rastladığım küçük bir hikaye....

Bir veteriner 10 yaşındaki İrlanda kurdu cinsi köpeğin uyutulması gerektiğini, yalnızca yetişkinlerin değil 6 yaşındaki çocuğun da çok sakin karşıladığını anlatıyordu. Veda töreninin ardından aile arasındaki sohbette “köpeklerin neden insanlardan kısa yaşadığı” sorusuna çocuğun aniden verdiği cevabı şöyle aktarıyordu:

“İnsanlar iyi olmayı, doğru bir hayat yaşamayı ve herkesi sevmeyi öğrenmek için doğar ve yaşarlar, değil mi? Köpekler zaten bunları bildikleri ve uyguladıkları için bizim kadar uzun kalmalarına gerek yoktur ki!”

Veteriner çocuğun sözlerinden etkilenerek çıkardığı dersleri aktarırken köpeklerin bize neler öğrettiklerini sıralıyordu:

- Sevdiklerin eve geldiğinde mutlaka koş ve karşıla.

- Hiçbir eğlence ve mutluluk fırsatını kaçırma; her fırsatta koş, zıpla, oyna.

- İlgiden sıkılma ve insanların sana dokunmasına izin ver.

- Küçücük yürüyüşlerin bile keyfini çıkar, mutlu olduğunda tüm vücudunla dans et.

- Sadakatli ol.

- Asla olmadığın birisi gibi hareket etme.

- Eğer istediğin şey derinde gömülü ise onu bulana kadar pes etme ve kaz.

- Eğer birisi üzgünse sessizce yanına otur ve kibarca destek ol.


10 Nisan 2021 Cumartesi

“Ey Türk Gençliği!” nin gençleriyiz. Son nefese kadar...

 Internette muhtemelen rastladığım ama tarihini hatırlayamadığım Şebnem Uzunçiçek'e ait güzel bir yazı; 

"Senelerdir mantığımın almadığı tek düşünce şu oldu; nasıl olur da bir ülkenin halkı kendisini işgalden kurtaran, kölelikten kurtaran, ona insanca, özgür bir yaşam kurmaya çalışan kurucusundan nefret eder?

Nasıl olur da savaş alanında askerlerini kaybeden ülkelerin halkları bile onu ders kitaplarına koyar, ona saygı duyarken, kendi halkı ona bu derece nankörlük eder?

Parlamenter demokrasi bu ülkeye onunla gelmişken, onun sistemi en kifayetsiz, en vasıfsızın bile bu ülkede seçilme hakkını sağlamışken; neden onun verdiği bu haklardan bu derece nefret ederler?

Artık öyle iğrenç bir hale geldi ki; kaMAL yazanlar (islamcı zekası bu kadar), Kurtuluş Savaşı’na ‘tiyatro’ diyecek kadar gözü dönüp, gerçek tiyatrolarda tankın namlusunu kıçına sokarak durdurduğunu iddia edenler, “put” diye heykellerine saldıranlar ve en kötüsü; yazılı, belgeli tarihin yalan olduğunu iddia eden cahiller. Belki cahil diyerek onları aklıyorum, aslında düpedüz hain demek lazım..

Yarattıkları alternatiflere bakıyorsun; Abdülhamid, Vahdettin bu ülke tarihinin yüz karaları. Saraydan çıkamayan, halkı birbirine kırdırmış bir şizofren ve “bana dokunmayın da, ülkeye ne yaparsanız yapın” diyen bir korkak. Gene bakıyorsun, dünya tarihine geçmiş savaşların, destanların var ama senin seçilmişin onları silip, senden aldığı vergiyle beslediği ekranında yalan tarih kahramanları yaratıyor. Taptığı kabile reisini bile, o adamın yönetim sistemiyle başa getiren soysuz da o yalan tarihi alkışlıyor.

“Atatürk sana ne yaptı?” diye soruyorsun;

“Dinimi yaşayamadım” diyor. “Ulan soysuz, Yunan’ı, İngiliz’i memleketi işgal etse mi yaşayacaktın dinini?” diye soruyorsun. “Daha hayırlı olurdu” diyor. (üstadları fesli soytarı)

Kadına bakıyorsun, “bak sana seçme, seçilme hakkı verdi, kimse de yokken sende vardı” diyorsun, “sen mal gibi alınıp, satılma diye kanunlar yaptı” diyorsun, “Ben çarşafla özgürüm” diyor, kocasından dayak yiyor, öldürülüyor, on iki yaşında tecavüze uğruyor! O hırsla çocuğunu da kendi gibi yetiştiriyor.

“Bir gecede cahil kaldık” diyor. “Bak o savunduğun Osmanlı’da sen ırgattın, senin dedenin dedesi okuma yazma bilmezdi. Osmanlı’da okur yazar bu kadar, Cumhuriyet dönemi bu kadar” diyorsun; “o iş öyle deeel” diyor.

Örnekler uzar gider ama aslında gerçek ne biliyor musun?

Atatürk’ü sevmiyor!

Sevmiyor çünkü halk olmayı sevmiyor, ümmet olsun biri onu gütsün istiyor.

Sevmiyor çünkü derdi vatan, millet, birlik falan değil. Kendisi gibi olmayan ölsün istiyor.

Sevmiyor çünkü “Allah, kitap” deyip hırsızlık yapsın, kimse hesap sormasın istiyor.

Sevmiyor çünkü medeni kanun, hukuk falan işine gelmiyor. İstediğine tecavüz etsin, sıkıldığı kadını sorgusuz sualsiz kapının önüne koyabilsin istiyor.

Sevmiyor çünkü yaşadığı yerin içine sıçıp, içine sıçamadığı bir cennetin hayaliyle yaşıyor.

Sevmiyor çünkü sanat, doğa, bilim falan işine gelmiyor. O istiyor ki beyni hiç çalışmasın, osurana gülsün, küfredeni sevsin, ağaç keseni baş tacı etsin.

Sevmiyor çünkü onun yaşayamadığı hayatı o Atatürkçüler yaşıyor, onun giyemediği kıyafetleri Atatürkçüler giyiyor, onun anlamadığı insanca sohbetleri Atatürkçüler yapıyor. Hayalini kurduğu hayatı Atatürkçüler yaşıyor.

Eline ilk para geçtiğinde de, o Atatürkçülerin yaşadığı yere taşınıyor, çocuğunu onların okuluna yolluyor.

İçten içe biliyor kendisi gibi olanların sapkınlığını, içten içe biliyor insanca yaşamın Ata’mın yolundan geçtiğini. İtiraf edemiyor sadece. Biliyor kendisi gibi olanların insanlıkla alakası olmadığını. Korkuyor yutarlar onu diye.

Gene de; ilk kıçı sıkıştığında “iki ayyaş” dediğinin gölgesine sığınıyor, afişlerini asıyor partisinin binasına yıllar sonra.

Bizler? Biz hiç kandırılmadık. Biz hiç o kadar salak olmadık. Biz hiç o kadar güzel salak ayağına yatmadık. Neysek oyuz.

Özlemle, saygıyla, sevgiyle, belki biraz buruklukla.

Ne “ona dokunmak ibadettir” dedik, ne de peygamber ilan ettik. Biz onu bizim gibi olduğu için, bir baba gibi sevdik. Ömrünü kendi evlatlarının cebini doldurmak için değil, milletine adadığı için sevdik.

En nihayetinde; yaşımız kaç olursa olsun “Ey Türk Gençliği!” nin gençleriyiz. Son nefese kadar." 

15 Ocak 2021 Cuma

Covid-19 Pandemi dönemine dair bir yazı...

Covid-19 ile yaşamaya başladığımız günlerin başında paylaşılan bir yazı...  haklı haksız yönleri tartışılır...

 Madem kocaman şirket işleri bir yemek masasına, bir dizüstü bilgisayara sığabiliyormuş, neden dikmişiz onca plazayı?

Bir eşofman, bir terlikle de geçebiliyorken hayat, gardıroplara, giyinme odalarına ne gerek varmış?

İş toplantıları video konferansla, alışverişler sanal marketlerle, eğitim uzaktan yapılabiliyormuş da neden işe, okula, alışverişe yetişmek için onca trafik çilesini çekmişiz, niye tonla egzoz dumanını yutmuşuz?

Otomobilsiz de yaşanabilirken, o kadar parayı neden garajlara, kaldırımlara yığmış, yakıta, vergiye, bakıma onca masraf etmiş, trafik kazalarına savaşlardan daha çok kurban vermişiz?

Madem hayat bir göz odaya sığıyormuş da, neden dünyayı talan etmişiz?

Madem ;
“Olmaya devlet cihanda, bir nefes sıhhat gibi"ymiş de neden hırslarımızın emrinde birbirimizin boğazına çökmüşüz?

Meğer sırtımızda atılacak ne çok safra taşırmışız da haberimiz yokmuş...

İçinden araba geçecek kadar büyük petrol borularına değil, bir makinenin hava pompaladığı küçücük plastik boruya muhtaçmışız oysa...

Meğer nefsimizin uğruna, nefesimizden vazgeçermişiz...
DE FARKINDA DEĞİLMİŞİZ
NE KADAR ACITICI DEĞİLMİ..