25 Mart 2010 Perşembe

Anneler bize ne öğretti??


Dualarin gücünü: Yat, kalk dua et ki baban müzik setinin bozuldugunu farketmedi..
Mantikli düsünmeyi: Ben öyle diyorsam öyledir!
Ileri görüslülügü: Çikmadan önce temiz bir çamasir  giy. Yolda Allah korusun basina bir sey gelir, kirli çamasirla etrafa rezil olursun.
Trajikomikligi: Sen daha gülmeye devam et,birazdan ben seni tam güldürecem.
Çeliskileri: Kapa çeneni çorbani iç!!
Dayanikliligi: O ispanak bitene kadar sofradan kalmak YOK
Meteorolojiyi: Su daginikliga bak.. Yabanci biri görse, odadan kasirga geçmis sanir.
Abartmayi: Sana 500 bin defa söyledim, kirli ayakkabilarinla içeri girme diye..
Korkmayi: Dinleme bakalim anne sözü dinleme! Kafana meteor düsecek kenara çekil diye bagirsam, onu bile dinlemezsin di mi?
Kiskanmayi: Dünyada senin annen baban gibi mükemmel bir aileye sahip olmayan,  kaç milyon çocuk var biliyormusun?
Sabirli olmayi: Baban eve gelsin sen görürüsün..
Diyalog kurmayi:
Sana bir sey sordugumda cevap ver!
Ne söyleyeyim anne?
Sus!! Bana cevap verme!!
Tip bilgilerini: Gözlerini sasi yaparken bir gün öyle kalivereceksinn
Olgunlugu: Bu tabagin hepsini bitirmezsen asla büyüyemezsin
Genetigi: Bütün kötü huylarin babana çekti..
Bilgeligi: Benim yasima gel de anlarsin o zaman..
Ve, adaleti: Birgün senin de çocuklarin olacak.. Insallah onlar da sana simdi bana yaptiklarini yaparlar..

22 Mart 2010 Pazartesi

Kaan Sezyum - Hayat ve Anlamı

Radikal Gazetesi yazarı Kaan Sezyum 3 Mart'ta beyin kanaması geçiren eşini kaybetti. Genç yazar 13 Mart'ta eşinin ardından yaşadığı acıyı anlatan bir yazı kaleme aldı. İşte o etkileyici yazı..... okumanızı tavsiye ederim....

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazarYazisi&ArticleID=985451

"Geçen haftadan beri hayatımın pek bir anlamı yok gibi geliyor. Ne yazılarımı okutacağım birisi, ne sabah güldüğümüz birisi, ne de balkonda kuşları yemlediğimiz birisi var yanımda. Yok yani. İşin en fenası da bu yok oluşun, tam anlamıyla bi yok oluş halinde gerçekleşmesi oldu. Gayet güzel kahvaltı ederken, birlikte Türk kahvesi için tek bir sigarayı ortaklaşa tüttürürken birden akşam oluyor, evde kimseler yok. Çat! Şimdi evde iki kişi kaldık. Kedimiz Tortor da bu vesileyle üzerime kaldı. Yokluk kendisini zamanla hissettiren bir şey. Varken olanı hissetmiyorsunuz, yokken de olmayanı hissediyorsunuz, garip. Kısa sürede çok üzüldüm.
Üzülmemin sebeplerini düşündüm biraz. İnsan çok sevdiği birisini kaybedince (bence) birkaç şeyden dolayı üzülüyor. Ben artık onunla bi şeyler paylaşamayacak olmama üzüldüm. Kumda kendisini temizleyen bir serçe, suyun dibinden giden bi balık sürüsü gördüğümde artık gösterecek kimsem yok. Çok yalnızım. Ama arkadaşlar iyidir, beni yalnız bırakmıyorlar. Yalnız kaldığınız her an bi takım anılar çıt, çıt ya da güm güm şeklinde kafanızın içinde patlayıveriyor. Geceleri uyumak çok zor. İçki de içmediğimden, uyumak için alternatif tıbbın tüm bileşenlerini devreye sokuyorum.
Gözlerimi bilinçli olarak kapatmak istemediğimden yapılabilecek en sıradan şeyi yapı TV’ye bakarken ekran karşısında sızıyorum. Sabah kalkış kısmı daha fena. Uyandıktan sonra yatak keyfi diye bir şey yok. Zaten yatakta keyif yapacak bi şey de yok. Sabahın köründe kargalarla birlikte oturup bok yemeye başlıyorum ben de. Ne yapalım, hiçbir şeyi değiştiremiyoruz ne de olsa. ‘Hayat devam ediyor’ filan diyorlar ama benim için aslında hayat pek devam etmiyor şu sıralar. Neyi devam etsin? Benim için hayat yeniden başlıyor şu anda sanırım. Hem de sıfırdan.
Sevindiğim şeyler de var. Son bir yılı reklam acansındaki işimden ayrılıp evde Nursel’le birlikte geçirmiş olmamız beni en çok rahatlatan şeylerden biri. Ortalama insanlardan çok daha fazla birlikte ve mutluyduk son bir yıl içinde. Evde sabahtan akşama oturup, ağaçlara bulutlara, Tortor’a bakıp gülüyorduk. Çok mutluyduk, gerçekten. Çoğu insanın yaşayamayacağı kadar mutluluk yaşadım son bir senede. Ne yazık ki mutluluk da elektrik gibi bir yere istiflenmesi zor bi duygu. Şimdi o mutluluk anları anı olarak suratıma kapanıyor. Yalnızlığın bir başka karanlık tarafı da ortaya çıkıyor böylece; karşılaşmalar.
Sabahtan akşama çevremdeki birçok şeyde birlikte yaşadığım, eğlendiğim ve mutlu olduğum insanı görüyorum ister istemez. Neyse ki şimdi kendisini Heybeli’ye bıraktık. Bir süre sonra o da adanın bir parçası olacak, Heybeli’ye her gittiğimde belki de enseme konan bir sinek, topraktan çıkan bir çiçek, ağacın tekinde ekşi bi erik ya da peşimden gelen yavru bi kedi olacak. Şimdilik beklemekte yarar var. Hiçbir şey kaybolmuyor, bu da bir gerçek.
Hep çok şanslı olduğumu düşünürdüm. Hâlâ da düşünüyorum galiba. Hep istediğim işi yaptım, beni sıkan protokollere, ıvıra zıvıra bulaşmadım, zora gelmedim, her işim iyi gitti... Ama geçen haftaki bomba biraz fena patladı bende. Şu anda evrensel şans skalasında eksilere düştüm sanırım. Bundan sonrası yukarı çıkış olabilir sadece.
‘Küçük şeylerle mutlu olmayı bilmek lazım’ gibi zırvalar vardır ya, işte biz aynen o laflardaki gibiydik. Küçük ama mutlu bi hayatımız vardı. Dolaptan kestiğim bi parça kaşar peynirine sevinirdi. Susadığı zaman götürdüğüm bi bardak suyun yüzünde yarattığı mutluluğu görmeniz gerekirdi beni anlamanız için. Sabahları sağlıklı olalım diye tek bi aspirini içip “Şimdi mükemmel olduk” diye salak salak sevinirdik. Bahar geldiğinde balkonu çevreleyen ağaçların yaprakları yeşerip her yer yemyeşil olduğunda dünyanın en mutlu ikilisi olurduk. İnsan burnuna Çin yağı sürüp uyuyacak diye sevinir mi? Bazısı seviniyormuş, o da bana denk gelmiş. Şans işi işte.
Bir yandan da birbirimize hiç benzemezdik. Zevklerimiz çok farklıydı ama bana her zaman yeni bir şeyler gösterirdi. İnsan olmayı, çevremi sevmeyi Nursel’den öğreniyordum, daha da alacak çok dersim vardı. Krediler tamamlanmadan kaçtı gitti, bizim krediler de yandı badem oldu. Daha öğrenecek çok şeyim vardı.
Beni hayata bağlayan şeydi kendisi. O gidince iyice saçma sapan bir insan olacağım gibi hissediyorum. Bana kızacak, yaptıklarıma laf edecek ya da beni çekip çevirecek birisi yok şimdi. Dımdızlak kaldım evde, bir de kucağımda Tortor var, mal gibi salonda kanepede oturuyoruz, ağaçların gölgelerine bakıyoruz işte.
Durum böyle olunca hayatın da anlamını görmeye başlıyorum ağırdan. Hayatımızın anlamı anılarımızmış, onu fark ediyorum bi kez daha. Güneş doğuyor, güneş batıyor, haberlerde saçma sapan şeyler, iş yerindeki sıkıntılar, kişisel çekişmeler filan acayip fasa fisoymuş,
bi kere daha ayılıyorsunuz. Ama narkozdan hızlı çıkmak da bi kafa yapıyor. Anlamsızlık içinde buluyorum kendimi sık sık. Evinde oturan ve yaşadığı hayatın bomboş olduğunu gören bir emekli gibiyim. Tek farkım çok güzel yaşadım, geçen haftaya kadar da kazasız belasız geldiydik. Naapalım, piyango bu sefer bana çıktı, yarın başkasına çıkacak, sonraki gün de bir başkasına. Çekiliş hep devam edecek.
Bi fotoğraf filan koymak istiyordum ama hiçbir şeye bakamıyorum. Zaten tüm fotoğraflar benim aklımda. Zamanla çıt çıt açılıyorlar. Şimdi onlara bakmak için çok erken.
Karşılaşmalar, eşyalar ve yerler en fenası. Ama her şey ilk seferinde çok acıtıyor insanın içini. Aynı yerden ikinci geçişinizde sadece içinizde bi sıcaklık kalıyor. Bakalım ne olacak? Hayatımın en büyük darbesinden sonra ne kadar sıcak beni kurtaracak bilemiyorum. Yalnızlık sıcak bi şey değil, onu çok iyi biliyorum.
Geçen hafta tam da şu satırları yazdığım sırada yanımdan gitti, artık yok. Yani var ama, yok. Üzücü ama gerçek, ne yapalım?
Şimdi arkadaşlarla daha fazla zaman geçirilecek, onlarla da güzel anlar paylaşılacak, mutlu yaşamaya devam edilecek. Mutlu olmaktan başka yapacak bir şey yok. Yani var ama, yok."

21 Mart 2010 Pazar

Küçük Hikayeler 2

İYİLİK VE KÖTÜLÜK

Yaşlı Kızılderili reisi, kulübesinin önünde torunuyla oturmuş, az ötede birbiriyle boğuşup duran iki kurt köpeğini izliyordu.
Köpeklerden biri beyaz, diğeri siyahtı ve 12 yaşındaki çocuk, kendini bildi bileli o köpekler dedesinin kulübesi önünde boğuşup dururlardı.
Dedesinin, sürekli göz önünde tuttuğu, yanından ayırmadığı iki iri kurt köpeğiydi bunlar…
Çocuk, kulübeyi korumak için bir köpeğin yeterli olduğunu düşünüyor, dedesinin ikinci köpeğe neden ihtiyacı olduğunu ve renklerinin neden illa da siyah ve beyaz olduğunu anlamak istiyordu artık.
O merakla, bir gün sordu dedesine.
Yaşlı reis, bilgece bir gülümsemeyle torununun sırtını sıvazladı. "Onlar", dedi, "Benim için iki simgedir evlat". "Neyin simgesi" diye sordu çocuk. "İyilik ile kötülüğün simgesi. Aynen şu gördüğün köpekler gibi, iyilik ve kötülük içimizde sürekli mücadele eder durur. Onları seyrettikçe ben hep bunu düşünürüm. Onun için yanımda ve gözümün önünde tutarım onları".
Çocuk, sözün burasında, "mücadele varsa, kazananı da olmalı" diye düşündü ve her çocuğa has, bitmeyen sorulara bir yenisini daha ekledi. "Peki" dedi, "Sence hangisi kazanır bu mücadeleyi?" . Bilge reis, derin bir gülümsemeyle baktı torununa,
"Hangisi mi evlat? Ben, hangisini daha iyi beslersem"...

*****************************
HANGİSİ ???

Juan, motosikleti ile Meksika sınırına gelir.Arkasındaki iki büyük çantayı gören sınır polisi
şüphelenir ve içinde ne olduğunu sorar .
Juan: 'Yalnızca kum', diye yanıt verince
Polis: - Aç bakalım çantaları, der.
Juan çantaları açar, polis didik didik kontrol etmesine rağmen kumdan başka birşey bulamaz çantada ! Bununla yetinmeyen polis, gece yarısına kadar kumu her tür tahlilden geçirtir ancak saf kumdan başka birşey yoktur !
Polis, çantalarını Juan'a geri verir ve sınırdan geçmesine izin verir.
Ertesi gün Juan Motosikletinin arkasında iki büyük çantayla tekrar sınırda belirir. Polis Juan'ı
gene durdurur, didik didik arar, birşey bulamaz ve Juan'ı serbest bırakmak zorunda kalır.
Bu olay, polis emekli olana dek yıllarca devam eder ! Bir gün emekli polis Meksika'da bir barda otururken Juan'ın içeri girdiğini görür ve derhal yakasına yapışır;
-Senin yıllardır birşeyler kaçırdığından eminim.Çıldıracağım Geceleri uyku uyuyamıyordum senin yüzünden. Lütfen anlat bana ne kaçırdığını. Aramızda kalacağınaemin olabilirsin.
Juan gülümseyerek yanıtlar: 'Motosiklet'

DETAYLA BOĞUŞURKEN ÖZÜ KAÇIRMAYALIM :)

*****************************
ESAS AKIL

Bir akil hastanesini ziyareti sirasinda, adamin biri sorar:
- Bir insanin akil hastanesine yatip yatmayacagini nasil belirliyorsunuz?
Doktor: - Bir kuveti su ile dolduruyoruz. Sonra hastaya uc sey veriyoruz. Bir kasik, bir fincan ve bir kova. Sonra da kisiye kuveti nasil bosaltmayi tercih ettigini soruyoruz. Siz NE yapardiniz?
Adam: - Ooo ! Anladim. Normal bir insan kovayi tercih eder.
Cunku kova kasik ve fincandan buyuk.
- Hayir, der doktor.
Normal bir insan kuvetin tipasini ceker.

SADECE BİZE SUNULANLARİN DİSİNDA COZUM BULMAKTİR AKIL :)

*****************************

Vehbi Koc`tan bir deyis:

"Evin varsa bir sıfır koymalısın varlıklar hanene,
İşin varsa bir sıfır daha koymalısın,
İş seninse üç sıfır daha koymalısın,
İşin iyi gidiyorsa üç sıfır daha,
Araban varsa bir sıfır,
Yazlığın varsa bir sıfır daha,
Daha sıralanabilir sıfırlar hanesi...
Ancak, Sağlığın varsa bir koyarsın başına,
o zaman bütün sıfırlar anlamlı bir değere ulaşır.
Yoksa sonuç sıfırdır, hiç uğraşmayasın boş yere..."

DÖRT MEVSİM

e-posta ile gelen iletilerden bir tanesinden , kaynağı belirsiz . . .


DÖRT MEVSİM

Bir zamanlar 4 Oğlu olan bir adam varmış. Çocuklarının çok erken karar vermemeleri ve önyargılı olmamaları için onları bu konuda eğitmek istemiş. Böylece her birini uzak bir yerde duran Ağacın yanına gidip ona bakmalarını istemiş.

İlk oğlan Kışın gitmiş, İkincisi İlkbahar, üçüncüsü yazın ve sonuncusu sonbaharda.Geri döndüklerinde hepsini bir araya çağırmış ve ne görüklerini sormuş.

İlk Oğlan Ağacın çok çirkin, yaşlı ve kupkuru olduğunu söyledi.
İkinci oğlan Hayır yeşillikle doluydu ve canlıydı dedi.
Üçüncü oğlan başka fikirdeydi .Çiçekleri vardı ve kokusuyla görüntüsüyle o kadar muhteşemdi ki daha önce hiç böyle bir şey görmemişti.
Sonuncu Oğlan hepsinin haksız olduğunu ve ağacın meyvelerle dolu, canlı ve hayat dolu olduğunu belirtti.

Yaşlı Adam Oğullarına hepsinin haklı olduğunu söyledi.Çünkü hepsi farklı mevsimlerde ağacı görmeye gitmişti.Onlara bir Ağacı veya bir İnsanı kısa bir süre veya bir mev sim tanıdıktan sonra yargılayamayacaklarını anlatmaya çalıştı.Ya da neye sahip olup olmadıklarını .....
Gerçekleri ancak sonunda 4 mevsimi gördükten sonra görürsünüz .
Eğer kışın vazgeçersen, İlkbaharın nimetinden olursun, Yazın Güzelliğinden ve Sonbaharın bütünlüğünden de...
Bir mevsimin acısının, diğer güzel mevsimleri parçalamasına izin vermeyin.
Hayatınızı bir mevsim yüzünden yargılamayın...

19 Mart 2010 Cuma

Yaşamın Sona Erişi ve Başlangıcı Üzerine..... - Can Yücel


Yaşamın en tatsız tarafı sona eriş seklidir...
Şüphesiz ki yaşamı tersten yaşamak daha güzel, hatta mükemmel olurdu.
Nasıl mı?
Cami'de uyanıyorsunuz.
Bir tahta sandık içerisinde, herkes karşınızda saf durmuş, iyiliğinize dua ediyor ve tüm haklar helal edilmiş vaziyette tabuttan doğruluyorsunuz, yaşlı, olgun, ve ağırbaşlı olarak.
Herkes etrafınızda, büyük bir itibar, iltifatl ar, çocuklar torunlar hepsi hazır.
Arabanıza kurulup evinize gidiyorsunuz.
Doğar doğmaz devlet size maaş bağlıyor, aylık veya üç ayda bir maaşınızı alıyorsunuz.
Ne güzel, hazır maaş, hazır ev...
Altmışlı yaslara kadar garanti, huzur içinde yaşıyorsunuz.
Sağlığınız gittikçe düzeliyor, kaslar güçleniyor, kuvvetleniyorsunuz.
Bir gün çalışmak istiyorsunuz ve ise ilk başladığınız gün size hoş geldin hediyesi olarak bir plaket ve altın kol saati veriyor patronunuz.. ve genel müdürlük veya bunun gibi yüksek bir makamdan tecrübeli bir insan olarak ise başlıyorsunuz.
Herkes karsınızda el pençe divan...
Vücudunuzda da bazı hoşa giden hareketler de başlıyor.
Gittikçe zayıflıyor forma giriyorsunuz.
Diğer hormonal aktiviteler artıyor, fevkalade.....aman ne güzel günler başlıyor... derken bir gün patron size artık üniversiteye gitsen daha iy i olur diyor.
Bu arada babanız ortaya çıkmış, 'fazla çalıştın' diyor 'artık eve dön, işi bırak, okumaya basla, harçlığın benden olsun...'
Keyfe bakar mısınız?
Okuduğunuz dersler gittikçe kolaylaşıyor. Ekmek elden, su gölden bir dönem başlıyor.
Partiler, diskotekler, kızların sayısı artıyor.
Derken anne ve babanız sizi götürüp getirmeye başlı yor, araba kullanma derdi de yok artık....
Günün birinde sizi okuldan da alıyorlar, 'evde otur, keyfine bak, oyuncaklarınla oyna' diyorlar.
Mamanız ağzınıza veriliyor, zaman zaman altınızı bile temizliyorlar, hatta bu durum alışkanlık yaratıyor ve hiç tuvalet kullanmamaya başlıyorsunuz.
Derken anneniz bir gün size süt verme kararını alıyor ve başka bir keyifli dönem başlıyor.
Mama artık her yerde, her an ve en taze şeklinde hazır.
Bir gün karanlık ılık ve sıcak bir ortama giriyorsunuz.
Beslenmek için ağzınızı açmaya dahi gerek yok, bir kordondan besleniyor, sıcacık, yumuşacık, gürültü ve patırtısız bir ortamda yaşıyorsunuz.
Küçülüyor, küçülüyor, ufacık bir hücre halini alıyorsunuz.
Veeeeee....
En güzeli deeee......
Günün birinde müthiş keyifli bir geceyle hayatiniz bitiyor...

Can YÜCEL 

18 Mart 2010 Perşembe

FİLMAJANDA-------Yüzüklerin Efendisi Üçlemesi (2001-2002-2003)

Önce hikayeleri anlatalım:
Yüzüklerin Efendisi: Yüzük Kardeşliği (The Lord of the Rings: The Fellowship of the Ring)
Asırlardır kayıp olan yüzük bulunur ve kaderin garip bir cilvesi sonucu, küçük bir Hobbit olan Frodo'nun eline geçer. İhtiyar Gandalf, bu yüzüğün Kara Lord Sauron'a ait özel yüzük olduğunu anlar. Frodo'nun yapması gereken, Kıyamet'in Çatlakları olarak anılan diyara dalarak epik bir mücadeleye girişmek ve bu yüzüğü ebediyen ortadan kaldırmaktır.
Neyse ki yalnız çıkmayacaktır bu zorlu yolculuğa: Gandalf'ın yanısıra, bir elf olan Legolas, cüce Gimli; izci Aragorn, savaşçı Boromir ve Frodo'nun kendisi gibi Hobbit olan üç arkadaşı Merry, Pippin ve Samwise da onunla gelirler.
Dağlar, ormanlar, kar, kaleler, nehirler ve ovalar boyunca, karşılarına çıkan şeytani güçlere karşı savaşarak ilerler bu grup. Yüzüğü yoketme görevini yerine getirerek, Karanlık Lordlar hükümranlığını içinde bulundukları gerçeklikten silmektir amaçları...




Yüzüklerin Efendisi: İki Kule (The Lord of the Rings: The Two Towers)
İkinci film, ilkinin kaldığı yerden devam ediyor. Yüzüklerin Efendisi üçlemesinin bu bölümünde, Yüzük Kardeşliği üyelerinin her birinin, kardeşlik bozulduktan sonra başlarına gelenler anlatılıyor. Kahramanlarımız, gruplar halinde Orta Dünya'nın en tehlikeli yerlerinde maceralar yaşayacaklar, yeni kavimler ve çoktan unutulmuş medeniyetlerle tanışacaklar.
Frodo ve Sam, yanlarında zorunlu işbirliği yapacakları eski bir dost(!) olduğu halde Tek Yüzük'ü düşmanın tam kalbine götürmeye çalışırken, diğer hobbitler Urukhai'nin elinden kurtulabilecek mi? Karanlık tarafa geçmiş olan Saruman'ın yaptıkları yanına mı kalacak? Gandalf olmadan kahramanlarımızın başarılı olma şansı ne? Büyük karanlığın gelişi ve Yüzük Savaşı'na dek olanların anlatılacağı İki Kule, kuşkusuz üçlemenin en heyecanlı bölümlerinden birini oluşturuyor.


Yüzüklerin Efendisi: Kralın Dönüşü (The Lord of the Rings: The Return of the King)
Kıyamet günü ortamını yaşayan Orta Dünya'da, Yüzük Savaşı'nın son ve en büyük mücadelesine hoşgeldiniz. Bir yanda güvenilmez Gollum'un rehberlik ettiği yüzük taşıyıcısı Frodo ve yoldaşı Sam, Mordor'a ulaşıp Tek Yüzük'ü yokedebilecekleri tek yere götürmeye çalışıyorlar. Diğer yanda Rohan Atlıları ve Ent'lerle güç birliği yaparak Saruman'ı alt etmiş olan Gandalf, Aragorn ve diğer dostlarımız Karanlıklar Efendisi'nin tehtidi altındaki Gondor'a varıp savunmak zorundalar. Gondor'un savunması, hiç kuşkusuz Miğfer Dibi Muharebesi'nden daha kolay olmayacak. Zira Sauron'un orduları çoktan harekete geçmiş durumda. Eğer bunu başarabilirlerse Gondor'u, Isuldur'un kanından gerçek bir Kral ve Kral'ı da daha öncekilerden çok daha çetin savaşların beklediği aşikar.
Yüzük Frodo'yu etkisi altına alıp yeni bir Gollum mu yaratacak? Yüzük Kardeşliği üyelerin Galadriel'in aynasında görmüş oldukları felaket sahneleri gerçek olacak mı? Hobbitköy'ü bekleyen tehlike nedir? Elflerin terkettiği Orta Dünya'da, Sauron yenilse bile İnsanların hükmedeceği yeni çağda Kral kim olacak? Kral, atası Isuldur'un zayıflığını tekrar edecek mi? Ve herşeyden önemlisi Kral, Sauron karşısında muzaffer olacak mı?
Bu ve diğer sayısız sorunun cevabı ile Orta Dünya'nın kaderini, hiç kuşkusuz küçük bir Hobbit'in insanüstü mücadelesinin sonuçları belirleyecek.



Şimdi biraz da ansiklopedik bilgi:

Yüzüklerin Efendisi: Yüzük Kardeşliği, Peter Jackson'un yönettiği Yüzüklerin Efendisi üçlemesinin birinci filmidir ve 2001 yılında gösterime girmiştir. J. R. R. Tolkien'in aynı adlı fantezi roman üçlemesinin birinci kitabından uyarlanmış olan film, üçlemenin sırasıyla diğer iki filmi olan İki Kule ve Kralın Dönüşü filmleri ile eş zamanlı olarak, Yeni Zelanda'da çekilmiştir. Birleşik bütçeleri yaklaşık 270 milyon $ olan filmlerin çekimleri 15 ay, çekim sonrası aşamaları da yaklaşık bir yıl sürmüştür. Yüzüklerin Efendisi: Yüzük Kardeşliği ABD'de 313,364,114 $, uluslararası olarak 556,592,194 $ hasılat ile toplam kazancı 871,368,364 $'a ulaşmıştır. Film ABD'de gösterime girdiği ilk hafta 47,211,490 $ gelir elde etmiştir.



 

Yüzüklerin Efendisi: İki Kule, 
J. R. R. Tolkien'nin Yüzüklerin Efendisi: İki Kule adlı kitabından uyarlanmış ve Peter Jackson tarafından yönetilmiş 2002 yılında gösterime giren fantazi filmidir. Filmin olay örgüsünde, Frodo ve Sam'in yüzüğü yoketmek için Mordor'a giderken onun eski sahibi Gollum ile tanışmaları, Aragorn, Legolas, ve Gimli'nin Gandalf'ın dirilişi ile birlikte Rohan'ı savunmaya gitmesi ve Merry ile Pippin'in tutsaklıktan kaçmalarından sonra bir Ent olan Treebeard ile tanışmaları olmak üzere üç hikâye anlatıldı.
Film, finansal ve eleştirel açıdan başarılı oldu. Film gişede büyük bir başarı elde ederek 900 milyon doların üzerinde hasılat yaptı ve tüm zamnlaın en çok kazanan sekizinci filmi oldu. Filmin uzatılmış özel DVD sürümü 19 Kasım 2003 tarihinde dağıtıldı.



Yüzüklerin Efendisi: Kralın Dönüşü (İngilizce adı: The Lord of the Rings: The Return of the King ), Peter Jackson'ın yönetmenliğini yaptığı, J. R. R. Tolkien'in Yüzüklerin Efendisi kitaplarının ikinci ve üçüncü bölümlerinden uyarlanan 2003 yılında gösterime giren fantazi filmidir. Yüzüklerin Efendisi film serisinin Yüzük Kardeşliği ve İki Kule'den sonra üçüncü filmidir.
Filmin olay örgüsünde Sauron, Orta Dünya'yı ele geçirmek için son fetihleri başlatmasıyla Büyücü Gandalf ve Rohan Kralı Théoden'in Gondor'a yardıma gitmesi, Aragorn'un Gondor'u savunması ve hayalet orduyu bulmaya gitmesi, Frodo Baggins ve Samwise Gamgee'nin Gollum tarafından ihanete uğraması ve Mordor'a gidip Yüzük'ü yoketmeye çalışmaları anlatıldı.
17 Aralık 2003 tarihinde gösterime giren Yüzüklerin Efendisi: Kralın Dönüşü, tüm zamanların en çok gişe hasılatı kazanan filmlerinden biri oldu. Film toplamda 1,119,110,941 Amerikan doları kazandı. Ayrıca onbir dalda Akademi Ödülü'ne aday olan film, aday olduğu bütün kategorileri kazandı ve Ben-Hur (1959) ve Titanik (1997) ile birlikte bunu başaran filmlerden biri oldu. Ayrıca En İyi Film dalında Akademi Ödülü kazanan tek fantazi türndeki film oldu. Filmin sinemalarda gösterilen kurgusuna 52 dakika daha eklenerek hazırlanan Uzatılmış Özel Versiyon 14 Aralık 2004 tarihinde DVD olarak dağıtıldı.

http://tr.wikipedia.org

Ramiz Dayı'dan

*** Eğer birisi seni aldatmışsa bu onun suçudur. Eğer o kişi seni pek çok kere aldatmışsa bu senin suçundur.

*** Değişmek zordur yeğenim ama bazen… Aynı adam olmak daha zordur… Hayat öyle yüklenir ki üstüne durduğun yerde çatır çatır çatırdarsın.

En karanlık gününde
En çaresiz anında
Kendini ortaya atıyorsan eğer
En umutsuz anında
Kendin için değil
Çocukların için
Kendini çare diye sunuyorsan eğer
Yüreğinde çocuğunun sevgisini tutan
Hiç kimse çaresiz değildir.

Yapmakla olup bitseydi bu iş,
Hemen yapardım, olup biterdi.
Döktüğüm kanla akıp gitse her şey,
Bir vuruşta sonuna varılsa işin,
Bir anda bu dünyayı olsun kazanıversen,
Zaman denizinin bir kumsalı olan bu dünyayı
Öbür dünyayı gözden çıkarır insan.
Ama bu işlerin daha burada görülüyor hesabı.
Verdiğimiz kanlı dersi alan
Gelip bize veriyor aldığı dersi.
Doğruluğun şaşmaz eli bize sunuyor
İçine zehir döktüğümüz kupayı.

*** Asıl çaresizlik derdin devasız olması değil, birini iyi edecek şeyin diğerinin kadehine zehir olmasıdır.
 
*** Bazen yeğen işleri yoluna koymak için sıkmayacaksın yumruğunu, açacaksın avucunu avucundakileri savuracaksın havaya. Bekleyeceksin, bekleyeceksin sana geri gelmelerini.

Oysa herkes öldürür sevdiğini,
Kulak verin bu dediklerime,
Kimi bir bakışı ile yapar bunu,
Kimi dalkavukça sözler ile…
Kimi bir bakışıyla yapar bunu,
Kimi dalkavukça sözlerle.
Korkaklar öpücükle öldürür...
Yürekliler kılıç darbeleriyle.
Kimi gençken öldürür sevdiğini
Kimi yaşlıyken.
Şehvetli ellerle boğar kimi
Kimi altından ellerle
Merhametli kişi bıçak kullanır
Çünkü bıçakla ölen çabuk soğur
Kimi yeterince sevmez kimi fazla sever
Kimi satar; kimi de satın alır
Kimi gözyaşı döker öldürürken
Kimi kılı kıpırdamadan
Çünkü herkes öldürür sevdiğini
Ama herkes öldürdü diye ölmez.



“Sadakat erdem değildir aslında sevgiden kör olmaktır, hep kaçtığın şeye eninde sonunda yakalanmaktır sadakat. Yemin etmeden bir daha düşün; çünkü sadakatle başlayan her şey ihanetle biter.”

Ezel duy sesimi! Bir kere ihanete uğradın mı anılar sana bataklık olur yeğen, hatırladıkça çekerler seni içeri, hatırladıkça affetmek istersin yeğen; çünkü affetmek unutmak demek, öncesini hatırladıkça sonrasını unutmak istersin, çırpınma boşuna yeğen, o hançer bir kere saplanınca sırtına çıkarmaya kalktıkça iyice kalbine gömersin.

Sadakat ya birine doğru koşmaktır, ya birinden kaçmaktır…

Kadere inanan insan tesadüfe inanmaz. Tesadüfe inanan adamsa kaderini kendi elinde tutamaz.

Hayatın kuralı bu, ne kadar uzağa gidersen git, başladığın yere dönersin sonunda. Ne kadar değişirsen değiş nerede mutlu olduysan hep oraya çevirirsin kafanı. Ne kadar terbiye etsen de susturamazsın içindeki canavarı. Nereye gidersen git şunu unutma. Herkes gün olur evine döner.
Sadakat ne menem şeydir bu sadakat? Sadakat sır saklamak mıdır? Sessiz kalmak mıdır? Kıyametin kopacağını bile bile…
Ölüm gibidir sadakat, pazarlığı olmaz. Bir kere çizgiyi geçtin mi yoktur dönüşü… Ne umutlar fısıldarsa fısıldasın sana hayat; çeker gider sadık kalmaz sonunda… Ama kötülük öyle mi hep yanı başındadır insanın.
Sözler verilir, sözler unutulur; gün gelir ihanet eden sadakat ister. Sadaka gibi verilmez sadakat, isteyen hepsini ister. Sevdiğine sadık kalan adam kendinden vazgeçebilen adamdır.

11 Mart 2010 Perşembe

Tam bağımsızlık denildiği zaman, elbette siyasi, mali, ekonomik, adli, askeri, kültürel vs. her hususta tam bağımsızlık ve tam serbestlik demektir. Bu saydıklarımızın herhangi birinde bağımsızlıktan yoksunluk, millet ve memleketin gerçek manası ile bütün bağımsızlığından yoksunluğu demektir.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk (1923)

***************************************


İzmir kurtulmus, çok tatli bir yorgunluk, Ankara'ya hareket edecekler...
Trene binerler ve kompartimana çekilirler. Ertesi gün, yaveri, Atatürk'ün kompartimaninin kapisini çalar. Atatürk, yorgun, bitkin bir halde kravatini yikamaktadir.
Yaveri: 'Pasam bu ne hal, hiç uyumadiniz herhalde; niye böylesiniz', der. 'Çocuk, kompartimanima yastikla battaniye koymayi unutmussunuz, kolumu yastik yaptim agridi, setremi yastik yaptim üsüdüm, uyumadim kalktim', der.
Yaveri: 'Aman Pasam! Birimize haber vereydiniz; hemen size bir yastikla battaniye getirirdik', der. Ve bir ülke kurtarmaktan dönen komutan tarihi bir cevap verir:'Geç fark ettim, hepiniz en az benim kadar yorgundunuz, hiç birinize kiyamadim. Önemli olan benim uyumam degil; milletimin rahat uyumasi'.
ATAMIZ SAYESINDE NE KADAR RAHAT UYUYORUZ KI; HALA UYANAMADIK ?

Küçük Hikayeler 1

Bir Hint masalına gore, kedi korkusundan devamlı endise içinde yasayan bir fare vardır. Büyücünün biri fareye acır ve onu bir kediye dönüştürür. Fare,kedi olmaktan son derece mutlu olacagı yerde bu kez de köpekten korkmaya başlar. Büyücü bu kez onu bir kaplana dönüştürür.Kaplan olan fare, sevinecegi yerde avcıdan korkmaya başlar. Büyücü bakar ki, ne yaparsa yapsın farenin korkusunu yenmeye imkan yok. Onu eski haline döndürür. Ve der ki,"Sen cesaretsiz ve korkak birisin. Sende sadece bir farenin yüreği var. O yüzden ben sana yardım edemem."

Ünlü yazar Shakespeare, bu konuda şöyle diyor :

"insanlarin çogu kaybetmekten korktugu için sevmekten korkuyor..
Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için.
Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için.
Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğin kıymetini bilmediği için.
Unutulmaktan korkuyor, dünyaya iyi bir şey vermediği için.
Ve ölmekten korkuyor, aslında yaşamayı bilmediği için."

****************************** *****************************

Bir hikayeden...
" ...
Dr. Masaru Emoto'nun mikroskobik fotoğraf makinesiyle çektiği su fotoğraflarından söz etmişti. Emoto, tek bir su kristaliyle ilgili deneyler yapmış. Tek bir su kristalini almış, ona "Senden nefret ediyorum." demiş, su kristali bulanmış ve çamur gibi olmuş. Aynı su kristaline "Seni seviyorum." demiş, kristal mükemmel bir kar formuna dönüşmüş. Aynı su kristaline dua etmiş, su kristali hayran olunacak güzellikte mükemmel bir form almış. Vücudumuzun yüzde 70'inden fazlası su olduğuna göre, kızmak, bağırmak vücudumuzdaki su kristallerini bozmaktan başka bir işe yaramıyor olsa gerek. Bir de önceden bir öykü dinlemiştim. Bir çocuk ve babası, bir dağın tepesine çıkıyor. Baba diyor ki: 'Evrene ne verirsek, evren bize onu geri verir.' Oğluna 'Vadiye seni seviyorum diye bağır.' diyor, oğlu bağırıyor. Vadiden yankı geliyor: 'Seni seviyoooruuum.' Babası sonra 'Eşek herif' diye bağır diyor, çocuk da aynen bağırıyor. Vadiden yankı geliyor: 'Eşek heeeriiif.' İşte bunları öğrendikten sonra kızmayı, olumsuz enerji yaymayı bıraktım. Artık gereksiz yere sinirlenmiyorum. Evrenin bana, verdiklerimi iade edeceğini bildiğim için ona hep iyi şeyler vermeye çalışıyorum.
... "
Keşke hepimiz bu şekilde davranabilsek değil mi?

****************************** *****************************

Yine bir hikayeden...
...
İŞTE HAYATTA BÖYLE ACIMASIZDI, HİÇ BİR ATTIĞIMIZ ADIMIN ARKASINA DÖNME ŞANSIMIZ YOKTU,ÇÜNKÜ HAYATIN ŞATAFATI ,O RENK ÇÜMBÜŞÜ,İÇİMİZDEKİ O DEVAMLI EN İYİYİ ARAMA TELAŞI, BİZİ SÜREKLİ ETRAFIMIZDAKİ KALICI GÜZELLİKLERDEN,DOĞRU DEĞERLERDEN ,YÜREĞİMİZDEN ,GERÇEKTE NE İSTEDİĞİMİZDEN,ETRAFIMIZDAKİ GÜZELLİKLERDEN
SOYUTLUYORDU,ANLAMSIZCA BOŞ ATILMIŞ ADIMLARLA BENİ BİR SONRAKİ GÜNE TAŞIYORDU SÜREKLİ HAYAT ,HER GÜNÜ ÖYLE RENKLİ OLACAK SANDIM VE ER GEÇ GERÇEKTE NE ARADIĞIMI BİLMEDEN ARADIĞIMI BULACAĞIMI SANDIM..
SENİN HER ATTIĞIN ADIMDA EN GÜZEL GÜLÜ BULMA HAYALİN GİBİ BENDE EN GÜZELİNİ ARADIM
EVLİLİKTE BELKİ,OYSA YAŞ 45Tİ VE BENDE BAHÇENİN SONUNA GELMİŞTİM VE EVLİLİĞİM İÇİN DEĞERLENDİRMEMDE GERİYE DÖNME ŞANSIM YOKTU... BU YÜZDEN TERCİHİM BU OLDU...
VE GEÇTE OLSA ANLADIM Kİ; MEĞER ;
HER GÜZELLİĞİN ÖMRÜ BEŞ TAKVİM YAPRAĞIYMIŞ EN FAZLA,GERİYE KALAN KÜLLERLE SAVRULMUŞ BİR ÖMÜRDEN SONRA ARDA KALMIŞ .. ZAMAN ZAMAN UFAK BİR YÜREK ÇARPINTISIYLA YAŞAMI
ZORLAMIŞ ...,ZAMANINDA GÖRMESİNİ BİLEMEDİĞİMİZ.... YANIMIZDAN GELİP GEÇMİŞ .... , AVUCUMUZDAN ANLAMSIZCA KAYIVERMIŞ...SUDAN BAHANELERLE YİTİRİLMİŞ... DEĞERLER, ÖNEMLER,HAYALLERMİŞ SADECE HAYATIN ANLAMI...

......................
"... insanların aşk ve sevgi arasında nasıl bir bağ kurduklarını anlamazdı. bu iki duygu akraba bile değillerdi. aşkın olduğu yerde sevgiye , sevginin olduğu yerde de aşka yer yoktu. aşk , " benim ol1 derdi , sevgi ise " mutlu ol". aşktaki tapınma hali sevgiyle karıştırılıyordu belki de. oysa bu tapınma,
kamaşmasının yol açtığı körlüğün bir sonucuydu. bu körlük daima geçici olsa da, körlük sırasında ortaya çıkan nefret kalıcı olabiliyordu. bir sene boyunca aşık olduğunuz birinden kırk yıl nefret edebiliyordunuz. yani, aşkın kalıcı hasarları vardı."

ATATÜRK'ÜN BİR ANISI

Maillere düşen bir yazıdan . . . köylü ile nasıl konuşulur öğrenelim . . .

ATATÜRK'ÜN BİR ANISI ! KEYİFLE VE DUYGULANARAK OKUYACAKSINIZ. ..

Gazi, çiftliğinde dolaşıp hava alırken oldukça yaşlı bir kadına rastladı.
Atatürk attan inerek bu ihtiyar kadının yanına sokuldu.
-Merhaba nine.
Kadın Ata'nın yüzüne bakarak hafif bir sesle;
-Merhaba dedi.
-Nereden gelip nereye gidiyorsun?
Kadın şöyle bir duralayıp,
-Neden sordun ki, dedi. Buraların saabısı mısın? Yoksa bekçisi mi?
Paşa gülümsedi.
-Ne sahibiyim ne de bekçisiyim nine. Bu topraklar Türk milletinin malıdır.Buranın bekçisi de Türk milletinin kendisidir. Şimdi nereden gelip nereye gittiğini söyleyecek misin? Kadın başını salladı.
-Tabii söyleyeceğim, ben Sincan'ın köylerindenim bey, otun güç bittiği, atın geç yetişdiği, kavruk köylerinden birindeyim. Bizim muhtar bana bilet aldı trene bindirdi, kodum Angara'ya geldim.
-Muhtar niçin Ankara'ya gönderdi seni?
-Gazi Paşamızı görmem için. Başını pek ağrıttım da... Benim iki oğlum gavur harbinde şehit düştü. Memleketi gavurdan kurtaran kişiyi bir kez görmeden ölmeyeyim diye hep dua ettim durdum. Rüyalarıma girdi Gazi Paşa. Bende gün demeyip mıhtara anlatınca, o da bana bilet alıverip saldı Angaraya, giceleyin geldimdi. Yolu neyi de bilemediğimden işte ağşamdan belli böyle kendimi ordan oraya vurup duruyom bey..
-Senin Gazi Paşa'dan başka bir isteğin var mı? Kadını birden yüzü sertleşti.
-Tövbe de bey, tövbe de! Daha ne isteyebilirim ki... O bizim Vatanımızı gurtardı. Bizi düşmanın elinden kurtardı.Şehitlerimiz in mezarlarını onlara çiğnetmedi daha ne isteyebilirim ondan?Onun sayesinde şimdi istediğimiz gibi yaşıyoruz. Şunun bunun gavur dölünün köpeği olmaktan onun sayesinde kurtulmadık mı? Buralara bir defa yüzünü görmek, ona sağol paşam! Demek için düştüm. Onu görmeden ölürsem gözlerim açık gidecek. Sen efendi bir adama benziyon, bana bir yardım ediver de Gazi Paşayı bulacağım yeri deyiver. Atatürk'ün gözleri dolu dolu olmuştu, çok duygulandığı her halinden belliydi. Bana dönerek,
-Görüyorsun ya Gökçen, işte bu bizim insanımızdır... Benim köylüm, benim vefalı Türk anamdır bu.Attan indim. Yaşlı kadının elini tuttum anacığım dedim, sen gökte aradığını yerde buldun, rüyalarını süsleyen, seni buralara kadar koşturan Gazi Paşa yani Atatürk işte karşında duruyor.
Köylü kadın bu sözleri duyunca şaşkına döndü. Elindeki değneği yere fırlatıp, Atatürk'ün ellerine sarıldı. Görülecek bir manzaraydı bu.
İkisi de ağlıyordu.İki Türk insanı biri kurtarıcı, biri kurtarılan, ana oğul gibi sarmaş dolaş ağlıyorlardı. Yaşlı kadın belki on defa öptü atanın ellerini. Ata da onun ellerini öptü. Sonra heybesinden küçük bir paket çıkarttı. Daha doğrusu beze sarılmış bir köy peyniri. Bunu Atatürk'e uzattı;
-Tek ineğimim sütünden kendi ellerimle yaptım Gazi Paşa, bunu sana hediye getirdim. Seversen gene yapıp getiririm. Paşa hemen orada bezi açıp peyniri yedi. Çok beğendiğini söyledi. Sonra birlikte köşke kadar gittik.Oradakilere şu emri verdi;
'Bu anamızı alın burada iki gün konuk edin. Sonra köyüne götürün. Giderken de kendisine üç inek verin benim armağanım olsun.'

Var mı böyle tevazu ve incelik?


Bir adam kötü yoldan para kazanıp bununla kendisine bir inek alır. Neden sonra yaptıklarından pişman olur ve hiç olmazsa iyi Bir şey yapmış olmak için bunu Hacı Bektaş Veli'nin dergahına kurban olarak bağışlamak ister. O zamanlar dergahlar aynı zamanda aşevi işlevi görüyordu.
Durumu Hacı Bektaş Veli'ye anlatır ve Hacı Bektaş Veli;
-”Helal değildir” diye bu kurbanı geri çevirir.

Bunun üzerine adam Mevlevi dergahına gider ve aynı durumu Mevlana'ya anlatır. Mevlana ise bu hediyeyi kabul eder. Adam aynı şeyi Hacı Bektaş Veli'ye de anlattığını ama onun kabul etmemiş olduğunu söyler ve Mevlana'ya bunun sebebini sorar.
Mevlana şöyle der;
-”Biz bir karga isek Hacı Bektaş Veli bir şahin gibidir. Öyle her leşe konmaz. O yüzden senin bu hediyeni biz kabul ederiz ama o kabul etmeyebilir.”

Adam üşenmez kalkar Hacı Bektaş dergahına gider ve Hacı Bektaş Veli'ye Mevlana'nın kurbanı kabul ettiğini söyleyip bunun sebebini birde Hacı Bektaş Veli'ye sorar.
Hacı Bektaş Veli'de şöyle der;
-”Bizim gönlümüz bir su birikintisi ise Mevlana'nın gönlü okyanus gibidir. Bu yüzden, bir damlayla bizim gönlümüz kirlenebilir ama onun engin gönlü kirlenmez. Bu sebepten dolayı o senin hediyeni kabul etmiştir.”


 Böylesi tevazu ve incelikle, birbirlerini yermek yerine yüceltebilmeyi becerebilen bir insan ve toplum olmamız dileğiyle . . .

(alıntı)




* * * * * * *              * * * * * * * 


Mevlana'nın 7 Öğüdü

Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol
Şefkat ve merhamette güneş gibi ol
Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol
Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol
Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol
Hoşgörülükte deniz gibi ol
Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol
 

8 Mart 2010 Pazartesi

Dünyada Birbirinden Çok Farklı Kadınlar Vardır


DÜNYADA BİRBİRİNDEN ÇOK FARKLI KADINLAR VARDIR;
SEVGİNİN GÜCÜYLE YAŞAYANLAR
MERHAMET DUYGUSUYLA DÜNYA'YI GÜZELLEŞTİRENLER
GÜZEL SESLERİYLE RÜYALARDA YAŞATANLAR
YAZILARIYLA KAĞITLARA HAYAT VERENLER
İLGİ ODAĞI İYİ KALPLİ PRENSESLER
OLAĞANÜSTÜ KADINLAR
YETENEKLİ KADINLAR
SAVAŞÇI KADINLAR
BİZLERİ GÜLDÜRÜP,YOKLUKLARINDA AĞLATANLAR
DÜNYA'DA HİÇ TANINMAMIŞ KADINLAR DA VARDIR
HERŞEYLERİ ELİNDEN ALINIP, HATIRALARINDAN KOPARILANLAR
KENDİLERİNİ HER GÜN YENİ BİR SAVAŞIN İÇİNDE BULANLAR
HAKSIZLIKLAR KARŞISINDA ACI ÇEKENLER
ANLATILAMAYACAK ACILARI YAŞAYAN KADINLAR
TÜM YOKLUKLARA RAĞMEN ÇOCUKLARININ YANINDA GÜLÜMSEYEN ANALAR
KATI KURALLARA BOYUN EĞMEK ZORUNDA KALANLAR
KADERİNİN NE OLACAĞINI BİLMEYENLER
YAŞAMININ HERGÜNÜ YÜZÜNE YAZILMIŞ OLAN KADINLAR
HEPSİ ÇOK ÖZEL KADINLAR
HEPSİ YILDIZLARDAN GÜZEL KADINLAR
ÇÜNKİ ONLAR  TÜM GÜÇLERİYLE DÜNYAYI
GÜZELLEŞTİRMEYE ÇALIŞAN KOCAMAN KALPLİ MELEKLER
TÜM GÜZEL BAYANLAR
ANNELERİMİZ
KIZKARDEŞLERİMİZ
DOSTLARIMIZ, ARKADAŞLARIMIZ
DÜNYAMIZI GÜZELLEŞTİRDİĞİNİZ İÇİN
SONSUZ TEŞEKKÜRLER...

KİMİ DER Kİ KADIN
UZUN KIŞ GECELERİNDE YATMAK İÇİNDİR
KİMİ DER Kİ KADIN
YEŞİL HARMAN YERİNDE
DOKUZ ZİLLİ KÖÇEK GİBİ OYNATMAK İÇİNDİR
KİMİ DER Kİ AYALIMDIR
BOYNUMDA TAŞIDIĞIM VEBALIMDIR
KİMİ DER Kİ HAMUR YOĞURAN
KİMİ DER Kİ ÇOCUK DOĞURAN
NE O, NE BU, NE KÖÇEK, NE AYAL, NE VEBAL
O BENİM KOLLARIM, BACAKLARIM, BAŞIMDIR
YAVRUM, ANNEM, KARIM, KIZKARDEŞİM
HAYAT ARKADAŞIMDIR

NAZIM HİKMET

3 Mart 2010 Çarşamba

Atatürk'ün Devlet Adamlığı


Aşağıdaki hikayenin doğru olup olmadığı konusunda emin değilim , internette biraz araştırma yapmaya çalıştım fakat kesin bir sonuç elde edemedim. Hikayenin yazılı olduğu sitelerden biri de şu site:
http://www.turklider.org/TR/EditModule.aspx?TabId=849&mid=6684&ItemId=8496

İnanıp inanmamak okuyana kalmış..... 
Cevat




Atatürk'ün devlet adamlığı, Stalin'in verdiği bir demeç üstüne gidişi

Stalin'in Sovyetler Birliği'nin başında olduğu dönemler... Sovyetlerin Ankara Büyükelçisi ünlü bir diplomat Karakan... 1917 Ekim Devrimi'nin yıl dönümlerinden birinin sabahında Stalin, son derece sivri, anlamsız ve onur kırıcı bir demeç veriyor. Bu demecinde aynen şunları söylüyor:
'Herkes bilsin ki, Rus Milleti; Boğazlarla, Ardahan'ı ele geçirmekten asla vazgeçmeyecektir. Çok yakın bir zamanda bu davalarımızı halletmiş olacağımızı şimdiden müjdeliyorum...'
Aynı gece Ankara'da Sovyet Büyükelçiliği'nde de ihtilalin yıl dönümü kutlamaları yapılıyor. Cumhurbaşkanımız Mustafa Kemal Atatürk, gece yarısına doğru Stalin'in bu densiz demecinden haberdar oluyor ve maiyetine emrediyor:
'Arabaları hazırlayın gidiyorum.'
'Paşamız bu saatte nereye gidecekler?'
' Sovyet Sefareti'ne.'
Mahiyetin etekleri tutuşur çünkü olayı kavrarlar, içlerinden birisi Atatürk'e:
'Paşa hazretleri nasıl olur? Protokolsüz mü? Siz devlet başkanısınız, protokolsüz nasıl gidersiniz?'
'Ben protokol falan dinlemiyorum çocuk. Stalin vatanımın topraklarına göz dikmiş, sen bana protokolden söz ediyorsun. Hazırlayın arabaları.' diye cevap verir.
Büyük önderimiz ve arabalar hazırlanır. Atatürk ve maiyeti, Sovyet sefaretinin kapısına dayanır.
Ulu önderimiz yüzü asık bir şekilde yukarı çıkar ve o sırada sefarette büyük bir balo vardır. Atatürk kendisini karşılayan Büyükelçi Karakan'ı görünce:
'Merhaba Karakan' der ve aynı sert ifadeyle devam eder. 'Rahatsız ettik ama sen benim şahsi dostumsun, kusurumuza bakmazsın. Bir hususu esasından anlamaya geldim.'
'Emredin Sayın Başkan'
'Ajanstan öğrendiğime göre, başbakanınız Stalin, Ardahan'la Boğazları istemiş, kararı katiymiş...Pek yakın bir gelecekte bu kararını uygulayacakmış. Tam böyle söyleyip söylemediğini bilemem ama buna benzer şeyler söylemiş. Tabii ki bu nutkun da bir sureti sende vardır. Getir bakalım şunu da işin aslını faslını iyi anlayalım.'
Stalin'in nutku getirilir. Atatürk metnin o kısmını yanındakilere kelime kelime tercüme ettirir. Nutuk ajanstan geçen metin ile aynıdır. Atatürk sorar:
'Karakan, sefaret telsizinden derhal Stalin'i bulduracaksın. Bu beyannatından vazgeçip geçmediğini sorduracaksın. Başbakanın tükürdüğünü yalayacak, yalamazsa ben yapacağımı bilirim. Bu cevap bu gece gelecek çünkü benim senin başbakanından daha önemli kararım var. İstediğim cevabı almadan sefaretinizden dışarı adım atmam. Eğer cevap istemediğim şekilde gelirse bil ki buradan çıkıp doğru Rus sınırına gideceğim...'
Karakan çaresizlik içinde telsizin başına koşar ve Atatürk'ün söylediklerini aynen nakleder. Stalin'den gelen cevap büyük önderimizi tatmin eder çünkü cevapta aynen şöyle söylenmektedir. 'Stalin sürçü lisan eylemiştir. Boğazlar'la Ardahan'ı almak gibi bir arzusu katiyetle yoktur...'
Atatürk cevabı okuduktan sonra Rus Büyükelçisi Karakan'a hitaben 'Karakan seni geri çağırırlar ve yaşatmazlar. Uzun süredir tanışıyoruz, istersen bize iltica et.'
Karakan bu teklife olumsuz cevap verir ve cevabı telgraftan hemen sonra bir telgrafla geri çağrıldığını açıklayarak: 'Teşekkür ederim. Sizi tanımış olmam bile kafidir ancak memleketinizdeki vazifem sona ermiştir. Yarın hareket edeceğim.'
Atatürk fazla ısrar etmez ve Çankaya'ya döner. On gün sonra şöyle bir haber gelir. Sovyetler Birliği'nin eski Ankara Büyükelçisi Karakan fırında yakılmak suretiyle idam edilmiştir.

1 Mart 2010 Pazartesi

Dürüstlük,akıl ve siyasi irade

Lenin ölüyor ve Tanri onu Cehenneme koyuyor. Ama Lenin durur mu hic, basliyor cehennemde insanlari örgütlemeye.
- 'Bakin, biz burada yaniyoruz, aci cekiyoruz, öbürleri orada cennette rahatla bollukla yasiyorlar olmaz böyle' diyor ve cehennemde insanlar ayaklanmaya basliyor.
Melekler hemen gidiyorlar Tanriya;
- 'Tanrim Lenin cehennemi karistirdi insanlar ayaklandi' diyorlar.
Tanri da; - 'O zaman onu alin Cennete koyun' diyor.
Bu sefer de Lenin cennette basliyor konusmaya;
- 'Bakin, biz burada bolluk icinde yasarken cehennemde yoldaslarimiz aci cekiyor,
yaniyor, buna izin vermeyelim' diyerek orayi da karistiriyor.
Melekler hemen gidiyorlar yine Tanrinin huzuruna;
- 'Tanrim' diyorlar, 'Lenin orayi da karistirdi insanlar cennette de
ayaklandilar ne yapalim?' Tanri;
- 'Getirin su Lenin'i karsima bakayim' diyor.
Melekler gidip getiriyorlar Lenin'i, Lenin giriyor Tanri'nin odasina, kapilar kapaniyor aradan 1 saat geciyor, 2 saat geciyor, Lenin cikmiyor odadan... Melekler iyice merak etmeye basliyorlar... Saatler sonra kapi aciliyor; Lenin cikiyor icerden. Hemen giriyorlar melekler iceri; - 'Tanrim, ne oldu bu kadar ne konustunuz?' diye soruyorlar.
Tanri: - 'Ssst! Tanri yok, hepimiz kardesiz!!!'

Derler ki, Tanri insanliga özgü 3 özellik yaratmis: Dürüstlük,akil ve siyasi irade.
Ama kimseye 2'den fazlasini vermemis.Dolayisiyla,
Eger dürüst ve akilli iseniz, siyasetci degilsiniz.
Eger dürüst ve siyasetci iseniz, akilli degilsiniz.
Eger akilli ve siyasetci iseniz, dürüst degilsinizdir...

Zamanımızın Paradoksu

George Carlin Amerika'da 70 ve 80 li yılların bir komedyeni idi. Biraz ağzı bozuk olarak bilinirdi. 11 Eylül den (9-11) ve karısının ölümünden sonra şöyle yazmıştı.

Tarih içinde zamanımızın paradoksunu şöyle sıralayabiliriz :

Daha yüksek binalarımız, ama daha kısa sabrımız var; daha geniş oto yollarımız, ama daha dar bakış açılarımız var.

Daha çok harcıyoruz, ama daha az şeye sahibiz; daha fazla satın alıyoruz, ama daha az hoşnut kalıyoruz.

Daha büyük evlerimiz, ama daha küçük ailelerimiz; daha çok ev gereçleri, ama daha az zamanımız var. Daha çok eğitimimiz, ama daha az sağduyumuz; daha fazla bilgimiz, ama daha az bilgeliğimiz var. Daha çok uzmanımız, ama yine de daha çok sorunumuz; daha çok ilacımız, ama daha az sağlığımız var.

Çok fazla alkol ve sigara tüketiyoruz, çok savurganca para harcıyoruz, çok az gülüyoruz, çok hızlı araba kullanıyor, çok çabuk kızıyoruz, çok geç saatlere kadar oturuyor, çok yorgun kalkıyoruz, çok az okuyor çok fazla TV izliyoruz ve çok ender şükrediyoruz. Mal varlıklarımızı çoğalttık, ama değerlerimizi azalttık. Çok konuşuyoruz, çok az seviyoruz ve çok sık nefret ediyoruz.

Geçimimizi sağlamayı öğrendik, ama yaşam kurmayı öğrenemedik. Yaşamımıza yıllar kattık, ama yıllara yaşam katamadık. Aya gidip gelmeyi öğrendik, ama yeni komşumuzla karşılaşmak için caddenin karşısına geçmekte sorunumuz var. Dış Uzayı fethettik, ama iç dünyamızı edemedik. Daha büyük işler yaptık, ama daha iyi işler yapamadık.

Havayı temizledik, ama ruhumuzu kirlettik. Atoma hükmettik, ama ön yargılarımıza edemedik. Daha çok yazıyoruz, ama daha az öğreniyoruz. Daha çok plan yapıyoruz, daha az sonuca varıyoruz. Koşuşmayı öğrendik, ama beklemeyi öğrenemedik. Daha fazla bilgiyi depolamak, her zamankinden daha çok kopya çıkarmak için daha çok bilgisayarlar yapıyoruz, ama git gide daha az iletişim kuruyoruz.

Zaman artık, hızlı hazırlanan ve yavaş sindirilen yiyeceklerin; büyük adamlar ve küçük karakterlerin; yüksek kârlar ve sığ ilişkilerin zamanıdır. Günümüz artık, iki maaşın girdiği ama boşanmaların daha çok olduğu, daha süslü evler, ama dağılmış yuvaların olduğu günlerdir. Bu günler, hızlı seyahatler, kullanılıp atılan çocuk bezleri, yok edilen ahlakî değerler, bir gecelik ilişkiler, obez bedenler ve neşelendirmekten sakinleştirmeye hatta öldürmeye kadar her şeyi yapabilen hapların olduğu günlerdir. Vitrinlerde her şeyin sergilendiği, ama depolarda hiçbir şeyin olmadığı bir zamandayız. Öyle bir zaman ki teknoloji bu mektubu size getirebilir, siz bu içselliği ya paylaşmayı, ya da sil tuşuna basmayı seçebilirsiniz.

Yaşam, aldığımız nefes sayısıyla değil, nefesimizi kesen anların sayısıyla ölçülür.

Kalemin hikâyesi - HER ZAMAN BİR İZ BIRAK !

Çocuk, büyükbabasının mektup yazışını izliyordu. Birden sordu:
“Bizim başımızdan geçen bir olayı mı yazıyorsun? Benimle ilgili bir hikâye olma ihtimali var mı?”
Büyükbaba yazmayı kesti, gülümsedi ve torununa şöyle dedi:
“Doğru, senin hakkında yazıyorum. Ama kullandığım kurşun kalem yazdığım kelimelerden çok daha önemli. Umarım büyüdüğünde bu kalemi sen de seversin.”
Çocuk kaleme merakla baktı ama özel bir şey göremedi.
“İyi ama bu kalem benim hayatımda gördüğüm diğer kalemlerden hiç farklı değil ki!”
“Bu tamamen nesnelere nasıl baktığınla ilgili. Bu kalemin beş önemli özelliği var ve sen de bu özellikleri kendinde benimseyebilirsen hep dünyayla barışık bir insan olursun.
“Birinci özellik: Harika şeyler yapabilirsin ama attığın adımları yönlendiren bir el olduğunu asla unutma. Bizim için bu el Tanrı’dır ve her zaman kendi kudretiyle bizi o yönlendirir.
“İkinci özellik: Zaman zaman her ne yazıyorsam durmam ve kalemimin ucunu açmam gerekir. Bu kaleme biraz acı çektirse de sonuçta daha sivri olmasını sağlar. Bu yüzden bazı acılara göğüs germeyi öğrenmelisin, bu acılar seni daha iyi bir insan yapar.
“Üçüncü özellik: Kurşun kalem, yanlış bir şey yazdığında bunu bir silgiyle silmene her zaman olanak tanır. Yaptığımız bir şeyi sonradan düzeltmenin kötü bir şey olmadığını anlamalısın, aksine bu bizi adalet yolunda tutmaya yarayan en önemli şeylerden biridir.”
“Dördüncü özellik: Kurşun kalemin en önemli kısmı, kalemin yapıldığı ahşabı ya da dışarı yansıyan şekli değil, içerisinde yer alan kurşunudur. O yüzden her zaman kendi içine bakmalı, en çok onu korumalısın.”
“Beşinci ve son özelliği ise her zaman bir iz bırakmasıdır. Aynı şekilde sen de hayatta yaptığın her şeyin bir iz bırakacağını bilmeli ve her hareketinin farkında olmalısın.”

Paulo Coelho'dan . . .

Soğuk , Karanlık ve Şeytan


Bir universite profesoru ogrencilerine su soruyu sorar;
-'Var olan herseyi Tanrimi yaratti?'
Cesur bir ogrenci ayaga kalkar ve yanitlar.
'Evet herseyi Tanri yaratti!'
Profesor sorusunu yineler ve ogrenci yine 'evet efendim '  diye yanitlar.
Profesor devam eder;
-'Eger herseyi yaratan Tanri ise ve seytan var olduguna gore seytani da Tanri yaratmis olur ve calismalarimizda uyguladigimiz 'Kesinlestirme' prensibine gore de Tanri seytandir.”
Ogrenci boyle bir onerme karsisinda sasirir ve yerine oturur.Profesor ise ogrencilerine bir kez daha Tanri'nin icindeki kaderin bir efsane oldugunu kanıtlamaktan oturu oldukca mutludur.
Bu arada bir ogrenci ayaga kalkar ve
-Bir soru sorabilirmiyim profesor? der.Profesorde sorabilecegini soyler.Ogrenci ayaga kalkar ve 'Soguk var midir? diye sorar.
Profesor;
-'Nasil bir soru bu boyle,tabiki vardir ' diye yanitlar. 'Sen hic soguktan usumedinmi?'
Ogrenci ; -'Aslinda, fizik yasalarina gore soguk yoktur. yasamda/realitede biz sogugu sicakligin yoklugu olarak dusunuruz.Herkes veya nesneler o enerji oradaysa veya bir sekilde enerji iletiyorsa onu deneyimler.Ornegin,Absolute 0 (-460 derece F)  sicakligin kesin yoklugudur (hic olmadigi seviyedir).Tum maddelerin bu seviyede reaksiyon verme ozellikleri bozulur ve degisir.Soguk yoktur,o  yalnizca sicakligin yoklugunda duyumsadiklarimizi tarif etmek icin yarattigimiz bir kelimedir' der ve devam eder,
- Profesor, karanlik varmidir? profesor ; -'Tabiki vardir'. Ogrenci yanitlar,
-'Korkarim gene yaniliyorsunuz efendim.Cunku,Karanlik ta yoktur.Yasamda/realitede karanlik isigin yoklugudur.Biz isik uzerinde calisabiliriz ama karanligi calisamayiz.Gercekte,biz Newton'un prizmasini kullanarak beyaz isigi kirar ve renklerin cesitli dalga uzunluklari uzerinde calisabiliriz.Ama karanligi olcemeyiz.Bir basit isik isini karanlik bir mekani aydinlatarak karanligi kirmis olur yani karanligi gecersiz kilar. Siz belli bir mekanin/uzayin ne kadar karanlik oldugundan nasil emin olursunuz? Isigin miktarini olcersiniz! Bu dogrudur degilmi? Karanlik insanlik tarafindan , isigin olmadigi yer/mekan icin  kullanilan bir  kelimedir. Son olarak ogrenci profesore gene sorar;
-'Efendim seytan varmidir? Bu kez profesor pek emin olamamakla birlikte yanitlar;
-'Tabiki, acikladigim gibi, biz onu her gun ,her yerde onu goruruz.Seytan/kotuluk bir kisinin baska bir kisiye her gun sergiledigi insaniyetsizliginin bir ornegidir.O , dunyadaki islenmis tum suclarda,siddette yer alir.Bunlarin tumu seytanin kendisinden baska bir sey de degildir.' der.
Ogrenci devam eder; -'Seytan yoktur efendim.Yani o kendi basina yoktur. Seytan basit olarak Tanrinin yokluðunda ortaya çýkar...O aynen karanlik ve soguk ta oldugu gibi insanin tanrinin yoklugunu tarif etmek uzere yarattigi bir kelimeden ibarettir.Tanri seytani yaratmadi. Seytan/kotuluk insanin tanrisal sevgiyi yureginde duyumsamadigi zaman deneyimlediklerinin bir sonucudur.O aynen sicakligin olmadigi yere gelen soguk ya da isigin olmadigi yere gelen karanlik gibidir.
Profesor yerine oturur. Genc ogrencinin adi ALBERT EINSTEIN'dir.