29 Eylül 2010 Çarşamba


Ne gülümsemek gerçek mutluluktur...
Ne de ağlamak en büyük acının ifadesidir...
Ne seni seviyorum sözü gerçek sevgidir...
Ne de söylememek sevmediğinin göstergesidir...
Hayat ne gideni getirir...
Ne de kaybetiğin zamanı geri çevirir...
Ya yaşaman gerekenleri zamanında yaşayacaksın...
Ya da yaşayamadım diye ağlamayacaksın...

26 Eylül 2010 Pazar

SevdiğimLe YaşLanmak İstiyorum


Seneler geçsin, sen beni bil, ben seni bileyim istiyorum.
Benim olduğu kadar dostlarının, dostlarının olduğu kadar benim ol istiyorum.
Nice sıkıntı ve zorluk yaşayıp anlatalım.
Yaşayalım ki, öğrenelim hayatı ve destek çıkmayı.
Birbirimizin omuzlarında ağlamalıyız.
Paylaşmalı ve beraber sıkılmalıyız.
Öyle ki, yalnız sıkılmak sıkmalı bizi.
Sonra çocuğumuz olmalı,
Düşünsene senin ve benim olan bir canlı.
Geceleri ağladıkça sırayla susturmalıyız.
Sen arada mızıkçılık yapmalısın ve ben söylenerek almalıyım sıranı.
Yorgun olduğum için yemek yapmamalıyım, söylenerek yumurta kırmalısın.
Hava soğukken birbirimize sıkıca sarılıp yatmalıyız.
Zaman su gibi akıp giderken, her şey yaşanmış bir hayatımız olmalı.
Herşeye rağmen hiç bıkmamalıyız birbirimizden
Mutluda olsa, kötüde olsa, yaşadığımız günler bizim günlerimiz olmalı.
Saçlara düşünce aklar, yada gidince aklar, çocukları güvence altına alıp gitmeli bu şehirden. Kavgasız, her sabah cinayetle uyanılmayan, sessiz bir yere gitmeliyiz.
Geceleri balkonda denizi seyredip, sandalyelerimizde sallanmalıyız.
Eve gelip benden kahve istemelisin.
Çocuklar gelmeli ziyaretimize, geçmişteki hareketli günlerimizi anımsamalıyız.

Ben, "Bey" demeliyim sana, sende "Hanım".
Öyle sevmelisin ki beni bu yazdıklarım korkutmamalı seni.
Tebessümler açtırmalı yüzünde.

Bir gün bu hayatı bırakıp giderken, sadece mutluluk olmalı yüzümüzde.
Birbirimizi sevmenin gururu olmalı her şeyde...

24 Eylül 2010 Cuma

Mutluluğun 5 basit kuralı

1. Kalbinizi nefretten arındırın - Affedin.
2. Düşüncelerinizi endişelerinizden arındırın - Çoğu zaten hiç gerçekleşmez.
3. Basit yaşayın ve elinizdekilerin kıymetini bilin.
4. Daha çok verin.
5. Daha az bekleyin.

21 Eylül 2010 Salı

Cihan Demirci'den Sözün Özü Laforizmalar


…..Bütün kapıları açacak olan anahtar paspasın değil dilinizin altındadır!

…..Kum saatini kırıp içindeki kumu inşaatında kullanan bir müteahhitin yüzünden bu ülkede zamanın kıymeti yoktur!

…..Tiyatro oyunlarının bitimindeki alkış, polis operasyonlarının bitimindeki alkışı bastırdığı gün, ben bu ülkeyi ayakta alkışlarım!

…..Ne zordur bilir misiniz? Gölgesinden bile korkan insanların sürekli gölgesinde yaşamak!

…..İyimser: Bu bardağın yarısı dolu!.. Kötümser: Bu bardağın yarısı boş!
İşin aslı: Ortada bir bardak bile yok! Sonuç: Kendine yıllardır bardak süsü veren cam bir kavanoz ele geçirildi!

Cihan Demirci – 14.09.2003
“Sözün Özü: Laforizmalar” – Radikal 2

Yazının tamam burada 

Miletli Thales’ten . . .

M.Ö. 6.yüzyılda, bilgin ve filozof Miletli Thales’e sormuşlar:

En eski olan nedir?
Tanrıdır, başlangıcı yoktur çünkü.
...
Ya en güzel şey ?
Dünya, Tanrının işidir o çünkü.
Ya en büyük şey ?
Uzay, her şeyi içerir çünkü.
Ya en hızlı şey?
Düşünce, her yere atılır çünkü.
Ya en güçlü şey?
Zorunluluk, her şeye boyun eğdirir çünkü,
Ya en bilge şey?
Zaman, her şeyi öğrenip meydana çıkarır çünkü.
Ya en yaygın şey?
Umut hiçbir şeyi olmayan kimselerde bile kalır çünkü.
Ya en yararlı şey?
Erdem, her şeyi iyi kullandırır çünkü.
Ya en zararlı şey?
Kötülük, her şeyi bozar çünkü.
Ya en kolay şey?
Doğaya uygun olan şey; her şeyden, hatta zevkten bile usanılır çünkü.



Peki Miletli Thales kimdir?
Sokrates öncesi dönemde yaşamış olan Anadolulu bir filozoftur. İlk filozof olduğu için felsefenin ve bilimin öncüsü olarak adlandırılır. Eski Yunan'ın Yedi Bilgelerinin ilkidir. Birçok kişi tarafından felsefe ve bilimin kurucusu olarak düşünülür. Elimize ulaşmış hiçbir metni yoktur. Yaşadığı döneme ait kaynaklarda da adına rastlanamaz ancak hakkındaki bilgiler Herodot ve Diogenes Laertios gibi antik yazarlardan edinilir. Bertrand Russell'e göre Felsefe Thales'le başlamıştır.

Daha fazlası
Thales - Vikipedi, özgür ansiklopedi 

17 Eylül 2010 Cuma

FİLMAJANDA-------Babam ve Oğlum (2005)

2005 yapımı bir Çağan Irmak filmi. Ege'deki çiftlikten gazetecilik okumak için ayrılan Sadık'ın, yıllar sonra oğluyla beraber yeniden çiftliğe dönüşünün, 12 Eylül Darbesi arka planında aktarıldığı filmin senaryosunu da yine Çağan Irmak yazdı. Film, Türkiye'de 3.500.000 izleyici sınırını aşan nadir filmlerden biri olma başarısını gösterdi.

Filmin hikayesi şu şekilde;
Deniz, yedi yaşında tam bir şehir çocuğudur. 80 darbesinde annesini kaybetmiştir ve İstanbul'da babasıyla yaşamaktadır. Günün birinde babası, Sadık'la beraber Ege’deki ufak bir kasabaya doğru yola çıkar. Böylece dedesi Hüseyin Efendi'yle tanışır.

Hüseyin Efendi okuması için İstanbul’a yolladığı oğlu Sadık’ı politik olaylara karıştığı için evlatlıktan reddetmiştir. Babasıyla yıllardır dargın olan Sadık, istese de istemese de, doğduğu topraklara dönmek zorundadır çünkü oğlunu emanet edebileceği tek kişi kendi babasıdır.

Deniz bir yandan alışık olmadığı kasaba hayatına uyum sağlamaya çalışırken, diğer yandan da büyüklerin arasında olup bitenleri deşifre etmeye çalışır. Bu sevimli ufaklık ailenin yıllardır içine gömdüğü acılarla yüzleşmesine sebep olacak, baba ve oğul arasındaki buzları yavaş yavaş eritecektir.

Ülkemizin genç yönetmenlerinden Çağan Irmak yine kendisine ait olan bir hikayeyle, Türkiye'nin 80'li yıllarına sevimli bir çocuğun gözlerinden bakıyor.

Oyuncular

Fikret Kuşkan (Sadık) , Çetin Tekindor (Hüseyin Efendi) , Hümeyra (Babaanne) , Şerif Sezer (Küs Teyze) , Özge Özberk (Sadık'ın sevgilisi) , Binnur Kaya (Hanife) , Ege Tanman (Deniz) , Yetkin Dikinciler (Amca) , Halit Ergenç


Aldığı Ödüller

  • 2006 Uluslararası İstanbul Film Festivali
·        En iyi film (Çağan Irmak)
·        En iyi erkek oyuncu (Fikret Kuşkan)
·        En iyi kadın oyuncu (Şerif Sezer)
  • 38. Sinema Yazarları Derneği Ödülleri
·        En iyi film
·        En iyi yönetmen (Çağan Irmak)
·        En iyi senaryo (Çağan Irmak)
·        En iyi kadın oyuncu (Hümeyra)
·        En iyi erkek oyuncu (Çetin Tekindor)
·        En iyi yardımcı kadın oyuncu (Şerif Sezer)
  • 2006 Nuremberg Film Festivali (Almanya-Türkiye)
·        En iyi film (Çağan Irmak)
  • 2006 Dünya Film Müzikleri Ödülleri
·        Dünya film müziği ödülü (Evanthia Reboutsika)
  • Sadri Alışık Ödülleri
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Özge Özberk

9 Eylül 2010 Perşembe

'Nerede o eski bayramlar' bir yalandır


Milan Kundera'nın bir romanından mealen aktarıyorum. "Çocuklara 'Siz bizim geleceğimizsiniz' dendiğinde kastedilen nedir? Bu sorunun cevabı genellikle, 'Çocuklar birgün büyüyecek, bizim koltuklarımıza oturacak ve ülkeyi onlar yönetecek' diye düşünülür. Oysa 'bizim geleceğimiz' olması gereken, bir gün büyüyecek olan 'çocuklar'dan çok, 'çocukluk' kavramıdır.
'Çocukluk' dürüstlük, temizlik, doğruluk, saflık ve akla gelecek tüm güzel şeyleri ifade eder. Yani insanlığın düşü, 'çocukluk' kavramının içerdiği her şeyi toplum hayatında egemen kılabilmektir. Geleceğimiz 'çocuklar' değil, 'çocukluk'tur."

Suat Taşpınar - 'Nerede o eski bayramlar' bir yalandır adlı 11.02.2003 tarihli yazısından

1 Eylül 2010 Çarşamba

Elinde Kalanlarla Ne Yapabilirsin?


Hayatta bazı anlar vardır, insanın sınandığı, gücünün ölçüldüğü, sabrının yontulduğu anlar. Perlman'ın da bir konser sırasında bir müzisyenin başına gelebilecek en kötü durumlardan biri gelir ve bakın nasıl bir sonuç çıkar.


“18 Kasım 1995 günü keman sanatçısı Itzhak Perlman, New York’ta, Lincoln Center’daki Avery Fisher Salonu’nda bir konser vermek üzere sahneye çıktı. Eğer herhangi bir Perlman konserinde bulunmuşsanız bilirsiniz ki onun için “sahneye çıkmak” hiç de küçümsenecek bir başarı değildir. Çocukluk yıllarında çocuk felcine yakalanmış olan Perlman’ın her iki bacağında da destekleyici ateller vardır ve ancak kol değneği yardımıyla yürüyebilmektedir. Onu sahne üzerinde her defasında sadece bir adım atabilmek suretiyle acı içinde ve yavaş yavaş yürürken görmek unutulmayacak bir görüntüdür. Ağrılar içinde ama ihtişamla yürümektedir, sandalyesine erişinceye kadar. Sonra oturur; yavaşça koltuk değneklerini yere koyar, bacaklarındaki atellerin klipslerini açar, bir ayağını geriye iter, ötekini öne uzatır. Daha sonra yere eğilerek kemanını alır, çenesinin altına koyar, orkestra şefine başıyla işaret verir ve çalmaya başlar. Şu zamanda değin, izleyiciler bu ritüele alışmışlardır. O, sahnenin bir ucundan sandalyesine doğru ilerlerken sessizce otururlar. Bacaklarındaki klipsleri açarken inanılmaz bir sessizlikle beklemektedirler. Çalmaya hazır olana dek beklerler. Ancak o konserde bir şeyler ters gitti. Daha ilk birkaç satırı çalmıştı ki kemanın tellerinden bir tanesi koptu. Telin kopma sesini duyabilmek mümkündü, salonun bir ucuna tabancadan fırlayan kurşun gibi gitmişti ses. O sesin ne anlama geldiği konusunda yanılmak imkânsızdı. Ve bunun akabinde ne yapılması gerektiği konusunda da…
O gece orada olan insanlar kendi kendilerine şöyle düşündüler…
 “Anlamıştık ki, yeniden ayağa kalkması, atelleri yeniden takması, koltuk değneklerini alması, yavaş yavaş sahne arkasına gitmesi veya yeni bir keman bulması ya da yeni bir tel takması gerekecekti” Ama o öyle yapmadı. Bunun yerine bir dakika kadar bekledi gözlerini kapadı ve sonra şefe yeniden başlaması için işaret verdi. Orkestra başladı ve o kaldığı yerden devam etti. Ve daha evvel hiç görülmemiş bir tutku, güç ve saflıkla çaldı. Elbette herkes bilmektedir ki senfonik bir eseri sadece 3 telle çalmak imkânsızdır. Bunu ben de bilirim, sen de bilirsin, herkes bilir ama o gece Itzhak Perlman bilmeyi reddetmişti.
Onu parçayı kafasında modüle ederken, değiştirirken ve yeniden bestelerken görebilirdiniz. Bir noktada, telleri nerdeyse yeniden tonlamışçasına sesler çıkarmaktaydı kemandan, daha evvel hiç vermedikleri sesleri vermelerini sağlamak için…
Bitirdiğinde salonu olağanüstü bir sessizlik kapladı. Ve akabinde seyirciler ayağa kalktı ve tezahürata başladılar.
Oditoryumun her yanından inanılmaz bir alkış patladı. Hepimiz ayaktaydık bağırıyor, ıslık çalıyor, alkışlıyor, yaptığını ne kadar takdir ettiğimizi, beğendiğimizi anlatacak her türlü hareketi yapıyorduk.
Gülümsedi, yüzünden akan terleri sildi, yayını kaldırarak bizi susturdu ve böbürlenerek değil ama sessiz, güçlü, dingin bir tonla şöyle dedi:
“Bilirsiniz, bazen de sanatçının görevidir, elinde kalanlarla ne kadar daha müzik yapabileceğini bulmak…”

Bu ne güçlü bir cümledir. Duyduğumdan beri aklımdan çıkmıyor. Ve kim bilir? Belki de bu bir yaşam tarzıdır, - sadece sanatçılar için değil hepimiz için. Burada, tüm yaşamını bir kemanın 4 teli ile müzik yapmak üstüne kuran ve birden bire, bir konserin ortasında kendini sadece 3 tel ile bulan bir adam vardır. Öyleyse o da 3 tel ile müzik yapmayı seçer, ve o gece yaptığı, sadece 3 telle yaptığı müzik, daha evvel yaptığı, 4 teli varken yaptığı her şeyden daha güzel, daha kutsal, daha unutulmazdı…
O zaman belki de bizim görevimiz, yaşadığımız bu sallantılı, hızla değişen, ürkütücü dünyada kendi müziğimizi yapmaktır; önce elimizde olan her şeyle; ve daha sonra bu artık imkansız olduğunda, sadece elimizde kalanlarla…”

Jack Riemer - Houston Chronicle'da yayınlanmıştır.