23 Eylül 2009 Çarşamba

Bu üçü varsa hayat güzeldir...

Köy sakinleri yağmur duasına çıkmışlardı. Bütün köy ahalisi toplandı.
İçlerinden birinde şemsiye vardı.
Bu inançtır.

Babalar bebeklerini havaya hoplatır, çocuklar gülmekten bayılır. Yere düşeceklerini akıllarına bile getirmezler. Çünkü babaları onu tutacaktır.
Bu güvendir.

Yatağımıza girerken yarın uyanıp yaşamaya devam edeceğimize dair garantimiz yoktur. Ama yine de ertesi güne dair planlar yaparız.
Bu ümittir.

Ve bu üçü varsa, hayatınız güzeldir...

eskiden . . .

Maillere düşen bir yazı , çok güzel, çok hoş....

" Yaşı yeterince olgun olanlar hatırlarlar;
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, çok güzel bir ülkede mahalleler varmış.
Bu mahallelerin çocukları birbirlerini çok severlermiş.

Dışarıdan gelen parolalı bir ıslığa uçarak aşağı iner, beraber olacakları anları iple çekerlermiş. Kavga etseler de kin tutmaz, her gün yeniden dünyalar kurarlarmış.

Herkeste paylaşma duygusu, sevgi ve arkadaşlarını kollama duygusu yavaş yavaş gelişirmiş. O zamanlar çocuklar okula servis ile değil, köşe başında buluşarak giderlermiş.

Onların yolunu gözlememiş evdeki bilgisayar, şehrin en iyi dershanesi, hazırlık kursları.

Bilmezlermiş; hamburgeri, MTV’ yi, İnterneti, cep telefonunu… Bilirlermiş duvarların üzerinde sohbet etmeyi, hatıra defterleri doldurup sevgileri keşfetmeyi...

Bilirlermiş horoz sekercisini, elleri kirli macuncunun tornavida ile koyduğu rengârenk macunları. Eve gitmeyi unutmayı, hava kararınca dayak yemeyi, sonra bir ıslıkla tekrar aşağıya kukalı saklambaca kaçmayı...

Bilirlermiş o hakkında türlü şeyler söylenen evdeki garip adamdan korkmayı, küsmeyi, ayni kıza asılmayı, torbalarla misket toplamayı, gıcır köstek ayırmayı, değiş tokuş kaybedince kapısı, Teksas'ı, Tommiks'i, Konyakçi'nin dişlerini... İç içe konan naylon topları, tastan kale direklerini. Üç korner bir penaltıyı. Üzerine apartman yapılan top sahalarını, sonra o apartmana taşınan yeni dostları ve onları kapma yarışını...

Otobüsteki biletçinin lastik silgi sarılı kalemini, yoğurtçuyu, kalaycıyı, hallacı...
Evlerin arkasındaki odun kömür depolarını. Yakar topun yakışını. Mantarlı gazoz kapaklarını, yaldız kazımayı. Yandaki mahalle ile alınan kavgayı, her kavganın çıkardığı kahramanı-ödleği...

Kan kardeşliğini, ip atlama, lastiğe basma, topaç virtiözlügünü, çelik çomağı, kırılan camları, toplanan paraları... Açık hava sinemalarını, frigo buzu...

Sonra zamanla bu güzel ülkede durumlar değişmeye başlamış...
Yaslar ilerledikçe bu birliktelik, koruma kollama duyguları bu mahallenin çocuklarının başlarına çok isler açmış...

Daha sonra işsizlik, hayat pahalılığı, enflasyon, köseyi dönme, adamını bulma, mali götürme falan derken, herkes yüzünde soluk bir bakış, içinde hayatin yenilgisi, çaresizlikleri, tatminsizlikleri ile başbaşa kalmış...Çocukları mı? Çocukları simdi koca koca apartmanların arasında, nefes alınmaz bir havada, evlerinde, sanal bir dünyada, emniyet içinde ve yalnız yaşıyorlar.

Anneleri babaları onları çok seviyor. Hastalık kapmasınlar diye kalabalık ortamlara hiç sokmuyor. Hafta sonları hep beraber Karum ya da Galleria'dalar...

Okul servisleri çocukları neredeyse yataklarından alıyor. Çocuklar trafik kaygısıyla, kösedeki markete dahi gönderilmiyor...

Babalar şirketlerin bilânçolarını, çocuklar da dershane reytinglerini izliyorlar. Hepsi birer test uzmanı, sayısal-sözel yuvarlanıp gidiyorlar...

Seksek oynamayı değil ama taban puanları çok iyi biliyorlar...

Hayata açılan pencereleri Windows 95, 98... Onlar ekrana, ekran onlara bakıyor ve koca bir hayat dışarıda akıp gidiyor...

Ve şehrin dışında ağaçlar;

Ağaçlar; tırmanacak, salıncak kuracak, kalp kazıyacak mahalle çocuklarını bekliyor. Paylaşmayan,
yalnız, bencil, kafesler içinde, gürbüz, güvendeki çocukları...

Hiç sopa yememiş, ağaçtan düşmemiş, topu yandaki bahçeye kaçmamış, dizlerinde yara kabukları olmamış çocukları ..."

Can Yücel

22 Eylül 2009 Salı



NE KADAR DOĞRU BİR SÖZ DEĞİL Mİ?

11 Eylül 2009 Cuma

MESELE KUYUMCUYU BULMAKTIR ! Biz kuyumcuyuz?

Vaktiyle bir bilge hoca, yıllarca yanında yetiştirdiği öğrencisinin seviyesini öğrenmek ister. Onun eline çok parlak ve gizemli görüntüye sahip iri bir nesne verip: "Oğlum" der, "Bunu al, önüne gelen esnafa göster, kaç para verdiklerini sor, en sonra da kuyumcuya göster. Hiç kimseye satmadan
sadece fiyatlarını ve ne dediklerini öğren, gel bana bildir.
Öğrenci elindeki ile çevresindeki esnafı gezmeye başlar.
İlk önce bir bakkal dükkanına girer ve "Şunu kaça alırsınız?" diye sorar . Bakkal parlak bir boncuğa benzettiği nesneyi eline alır; evirir çevirir; sonra: "Buna bir tek lira veririm. Bizim çocuk oynasın" der.
İkinci olarak bir manifaturacıya gider. O da parlak bir taşa benzettiği nesneye ancak bir beş lira vermeye razı olur.
Üçüncü defa bir semerciye gidir: Semerci nesneye şöyle bir bakar, "Bu der "benim semerlere iyi süs olur. Bundan "kaş dediğimiz süslerden yaparım. Buna bir on lira veririm."
En son olarak bir kuyumcuya gider. Kuyumcu öğrencinin elindekini görünce yerinden fırlar. "Bu kadar değerli bir pırlantayı, mücevheri nereden buldun?" diye hayretle bağırır ve hemen ilâve eder. "Buna kaç lira istiyorsun?" Öğrenci sorar: Siz ne veriyorsunuz?" "Ne istiyorsan veririm." Öğrenci, "Hayır veremem." diye taşı almak için uzanınca kuyumcu yalvarmaya başlar: "Ne olur bunu bana satın. Dükkânımı, evimi, hatta arsalarımı vereyim." Öğrenci emanet olduğunu, satmaya yetkili olmadığını, ancak fiyat öğrenmesini istediklerini anlatıncaya kadar bir hayli dil döker.
Mücevheri alıp kuyumcudan çıkan öğrencinin kafası karma karışıktır. Böylesi karışık düşünceler içinde geriye dönmeye başlar. Bir tarafta elindeki nesneye yüzünü buruşturarak 1 lira verip onu oyuncak olarak görenler, diğer tarafta da mücevher diye isimlendirip buna sahip olmak için her şeyini vermeye hazır olan ve hatta yalvaran kişiler..
Bilge hocasının yanına dönen öğrenci, büyük bir şaşkınlık içinde başından geçen macerasını anlatır.
Bilge sorar: "Bu karşılaştığın durumları izah edebilir misin?" Öğrenci: "Çok şaşkınım efendim, ne diyeceğimi bilemiyorum, kafam karmakarışık" diye cevap verir.
Bilge hoca çok kısa cevap verir: "Bir şeyin kıymetini ancak onun değerini bilen anlar ve onun değeri bilenin yanında kıymetlidir."
Her insanın hayatında varlığını ve değerini bilen, hisseden, fark eden kuyumcular mutlaka vardır.
Mesele kuyumcuyu bulmaktadır...

8 Eylül 2009 Salı

Can Dündar ve "Mustafa" filmi Hakkında


Sayın Can Dundar,

Ben Bilkent Universitesi Bilgisayar Muhendisliği bolumunde yuksek lisans
yapmakta olan bir oğrenciyim. Adım Ateş Akaydın.

Ataturk ille ilgili yaptığınız belgeseli uzulerek soyluyorum hic beğenmedim. Ozetle belgeselde rahatsiz oldugum konular şunlar:

Oncelikle, Vahdettin'in Ataturku bilinci olarak vatani kurtarmasi icin Samsun'a gonderdiği konusundaki iddia halen tartışılan,temelsiz ve acık soyleyim Fethullah taraftarları ve Osmanli sevdalilari tarafindan sIklikla dile getirilen bir goruştur. Boyle bir konuya belgeselinizin son derece taraflı yaklaşması kanimca cok uzucudur. Bilakis Vahdettin Ataturk icin
tutuklama ve idam karari cıkartılmasına on ayak olmuş biridir.

Ikinci olarak, Mustafa Kemal'i Ataturk yapan ve en buyuk savaşlardan biri Canakkale savaşına son derece az yer verilirken, Ataturk'un ozel hayatina, ozellikle Madame Corinne'e yazdiği mektuplara gereksiz derecede cok yer verilmistir.

Belgeselinizde Ataturk'un yuksek idealleri ve amaclari etrafinda sekillenmek yerine, Ataturk'un aldigi - ve kanimca alinmasi Cumhuriyetimiz icin hayati zorunluluk teskil eden - kimi kararları Ataturk'un kişiliğine zarar verecek şekilde kullanmanız kabul edilemez. Ozellikle Ataturk'un Ankara Meclisinin acılması sırasında takiyye yaptiğini ima eder şekildeki aciklamalariniz, Ataturk’un Lenin kozunu oynadiğini dile getirirken ustune vura vura “;musluman ve komunist yoldaşlarım”; şeklinde ifadelerin gectiği gazete kupurlerine ozellikle yer vermeniz, uslup acisindan cok uzucudur ve kullandiginiz ifadeler de Ataturk'umuzu dinsiz bir komunist gibi gostermektedir. Bu olaylar ile ilgili gercekler, maksatlar ve yontemler ayirt edilebilir şekilde ve duzgun bir uslup ile sunulabilirdi ama siz bundan gordugum kadariyla kacinmissiniz.

Ataturk'un not defterindeki, kendisinin iktidara gelmesi halinde bir darbe ile ve zorla sistemi baştan aşagıya değiştirecegi konusundaki ifadelerin pek cok kere vurgulanmiş olmasi,Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının liderleri ve silah arkadasları nı idama gondermiş olması ya da onları bastırmış olması, Mussolini'nin ressamina bir portresini yaptırmıs olmasına ve ressamin yorumlarina ozellikle yer verilmesi ve Avrupada kimi gazeteler tarafından bir diktator olarak nitelendirilmesine ozellikle yer verilmis olması bence Ataturk'un kişiliğine hakarettir. Yine ayni donemdeki gazeteler Ataturk'un dunya tarihinde bin yilda bir gorulen bir dahi oldugunu beyan etmektedir. Ve sizin calismaniz, Ataturk'un butun
dunyanin kabul ettigi bir dahi ve gercek bir lider oldugunu adeta saklamak ister bicimde secilmis gazete kupurleriyle doludur. Bunlar Ataturkumuzu sanki bir diktator gibi gostermektedir! Size soruyorum sayin Dundar siz Şeriatla ve Faşizmle yonetilen bir ulkede Cumhuriyeti getirmeyi başaran, kadınları sosyal hayata katan, nerdeyse hic okuma yazma bilmeyen bir halkı 10 sene gibi kısa bir surede okuma yazma bilir hale getiren kac tane
diktator gordunuz? Medeniyet icin gerekli yol ve yordamları lutfen diktatorlukle karistirmayiniz. Siz Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının irticai faliyetlerinden bahsettiniz mi? Kubilay olayindan ve Ataturke gonlunu vermis diger kemalistlerden bahsettiniz mi? Gercekten bir diktatorluk ve faşizm ornegi gormek istiyorsaniz lutfen bir İran'a bakin
bir Misir'a bakin, Afganistan'a, Pakistan'a bakin. Ve hatta hatta ozellikle AKP iktidariyla birlikte son donem Turkiye'sine bakin.

Hele hele Turkiyemizde Ergenekon gibi eşi kara carşaflı ve kendisi imam hatipli olan ve adı yolsuzluklara bulaşmış bir savcının yonettiği bir dava varken, Ataturkcu dusunce derneginin uyeleri, profesorler, emekli komutanlar, Cumhuriyet gazetesi yazarlari, Cumhuriyet mitinglerini organize edenler, Cumhuriyetle yaşit olan insanlar ve halkin
bilinclenmesine gercekten yardım eden insanlar haklarindaki suclama bile netlik kazanmadan ve onlara bildirilmeden tutuklanirken, ceza evlerinde olume terkedilirken ve DARBECILIKLE suclanirken, sizin cikip da Ataturk'e DARBECI demeniz igrenc ve acıklı bir benzetme olsa gerek!

Turkiye'nin her gun PKK teroru yuzunden sehit verdigi gunumuzde, ulke ic savaşın ve bolunmenin eşiğine gelmişken, o kadar sacmalıkla doldurdugunuz belgeselinizin arasında sanki cok gerek varmiş gibi "Ataturk de Kurtlere Ozerklik verilmesi ile ilgili konusmustu" gibi ifadeler kullaniyor olmaniz yangina benzinle gitmek demek degil de nedir sayin Dundar? Sizin belgeseliniz vizyona girdigi sırada farkındamısınız ki mecliste DTPliler guzelim ulkemi 25 parcaya bolebilmek icin uğraşmaktaydı?

Ataturk'un gunde bir şişe raki bitiren, sarhoş ve yalniz bir adam olarak nitelenmiş olması ve devletin onemli meselelerinin tartisildigi ve Cumhuriyetin coşkusunun yaşandığı Ataturk'un sofrasinin bayagi ve sıkıcı olarak gosterilmesi de ayrı bir konu...

Sayin Sureyya Ciliv'in ve Turkcell'in sponsorlugunuzu yapmaktan vazgecmiş olmasına şaşmamak gerek. Zaten bu karar bile nasil bir manzara ile karşilaşacagimizi işin en başindan haber vermişti. Zaten size olsa olsa "Bizim Universitemizde Ataturku bile eleştirebilirsiniz" diyen vakıf universiteleri sponsor olabilirdi ve oldu.

Sonuc olarak ben bu belgeseli izledikten sonra sizi gercekten cok ayipladim. Siz benim eskiden tanidiğim Can Dundar olmaktan cıkmışsınız. Bu yapim kanimca sadece iki maksatla yapilmiş olabilir diye dusunuyorum. Ya siz Cumhuriyet'in ve Kemalizm'in ilkelerine ters dusup fethullahcilarin,yobazların ve boluculerin ekmegine yag surer bir hale geldiniz ya da entellektuel anlamda Turkiye'de vatan sevdasini, Ataturk sevdasini yitirmis kimi sanatcilar ve yazarlar gibi doğru bilinen ve kabul edilen degerlere radikal ve uygunsuz bir şekilde ters duşuyor olmanin sanat olduğunu dusunmeye başladiniz. Şahsen ben Turkiyenin ikinci bir
Orhan Pamuk'a ihtiyacı olduğunu duşunmuyorum.

Şayet size Ataturk'umuze diktator diyen O Avrupadan ya da  O Amerikadan birkac ay icinde 'Mustafa' dan oturu oduller yağmaya başlarsa lutfen bu dediklerimi hatirlayiniz ve ozellikle Şevket Sureyya Aydemir'in "Tek Adam"'ini  Ataturk';un "Nutuk"'unu tekrar ve bu sefer anlayarak okuyunuz ve Mustafa;ya Ataturk demeyi ogreniniz!

Vakit ayirdiginiz icin tesekkur ederim,

Ateş Akaydın
************************* ***********
(Bana ulaşan maildeki not)
Bu genc arkadas
Antalya Universitesi'in,aslanlar gibi iktidara direnen,rektorunun ogludur..
Bu iletiyi tek basina kaleme aldigini da  ogrendim..
Helal olsun bu gence..
Bu yasta; bu kadar gozlem , bilgi ve ciddiyet....
Bizim  Anadolu'muz ne cevherler yetistiriyor..
Okudukca gururlandim..
Ulkemizin yarini asla karanliklarda kalmayacak hatta  bir gunes kadar parlak olacak..
Ben zaten umudumu asla kaybetmedim..!!!
Ne mutlu Turkum diyene.!!..mutlu boyle genclere..!!

2 Eylül 2009 Çarşamba

İSRAF

Maillere düşen bir yazıdan...

Ellili yılların ortalarında Menderes Hükümeti ülkeyi kalkındırmak için bir dizi programlar hazırlar. İkinci Dünya Savaşından çıktığı halde gözle görülür bir atılım yapan Almanya örnek alınacaktır. Alman ekonomi bakanı Türkiye’ye davet edilir.
Bizim ekonomi planlamacıları na bir konferans verecek olan bakan, lüks bir otelde yemeğe götürülür. Adet olduğu üzere çorba ile başlanır.
Bakan çorbasını bitirirken bizim bürokratlar iki kaşık alıp iade ederler.
Bizimkilerin anlayışında tabağı bitirmek görgüsüzlüktür. Az bir şey de olsa bırakılmalıdır.
Peşinden gelen yemekte de bizimkiler aynı davranırken, bakan yine tabağındakileri bitirir.
En son pilav yenilirken bizimkiler yine iki kaşık alıp iade edecekken Alman Bakan “Durun!” diye çıkışır. “Lütfen herkes tabağındaki pirinç tanelerini saysın!” der tercüman aracılığı ile…
Bürokrat ve politikacılar şaşkın vaziyette misafirin dediğini yaparlar.
“Çıkan rakamları toplayın ve Türkiye nüfusunun yarısı ile çarpın” der.
Rakamlar çarpılır ve tonlarca pirinci israf ettiğimiz anlaşılır.
Bunun ekonomik maliyeti ise korkunç büyüklükte rakamlardır.
Alman Bakan topluluğa döner ve şöyle der:
“Türk Milleti her yıl bu kadar ürünü israf ediyorsa benim size verebileceğim hiçbir ders yok beyler!.. Biz Almanlar doğa üstü bir iş yapmadık, sadece kaynaklarımızı iyi kullandık ve israf etmedik!”

1 Eylül 2009 Salı

Osmanlı ' nın 5 Gemiyle İrlanda ' da Bıraktığı İz

İrlandalılar ' ın Osmanlı Sultanı ' na Gönderdikleri Teşekkür Mektubu
İrlanda 'yı kasıp kavuran kıtlık döneminde, Osmanlı Devleti ' nin yaptığı nakdî ve aynî yardımın hatırasına 2006 Mayıs ayında Dublin ' e yetmiş mil uzaklıktaki Drogheda şehrinde tören yapılarak, o döneme ait tarihî Belediye Binası ' na şükran plâketi asıldı.

Tarihî bilgi ve belgelere göre iki milyon İrlandalının göç etmesine ve ölümüne sebep olan açlık ve kıtlık felâketi sırasında Sultan Abdülmecid, İrlanda halkına 10.000 Sterlin yardımda bulunmak istediğini bildirir. Fakat kendi topraklarına dâhil bulunan bu bölgeye sadece 2.000 Sterlin vermeyi kararlaştıran İngiltere Kraliçesi Victoria, İstanbul ' daki büyükelçisi vasıtasıyla, Sultan ' ın teklifine karşı çıkar ve neticede Osmanlı bağışı bin sterline iner. Sultan Abdülmecid bunun üzerine İrlanda ' ya tahıl yüklü beş gemi gönderir. Fakat İngilizlerin Dublin Limanı ' na sokmadıkları erzak dolu yardım gemileri, yüklerini Drogheda Limanı ' na boşaltır (1847). Bu dönemde İngiltere ve kıta Avrupa ' sı sanayi devriminin getirdiği refah ve zenginlik içinde oldukları hâlde İrlanda ' ya yardım etmezken, Osmanlı ' nın hem maddî sıkıntı içerisinde, hem de çok uzak bir coğrafyada olmasına rağmen insanî yardımda bulunması burada dikkat edilmesi gereken önemli hususlardan biridir.

Drogheda Şehri ' nin Ayyıldızlı Amblemi
İşte, bu hâdisenin hatırasına 800. kuruluş yıldönümünü kutlayan Drogheda Belediyesi ' nce yaptırılan şükran plâketi, 150 yıl önce Türk gemicilerin misafir edildiği eski belediye sarayının duvarına (şimdiki Westcourt Oteli) çakıldı. Düzenlenen törende konuşan İrlanda Büyükelçimiz Taner Baytok, hâdiseyi The Threshold dergisinde, Thomas P. O ' Neill imzasıyla 1957 yılında yayımlanmış yazıdan öğrendiğini söyledi. Baytok, İrlanda asilzâdelerinin padişaha gönderdikleri ve hâlen Topkapı Sarayı Müzesi arşivinde muhafaza edilen teşekkür mektubunun da bu Osmanlı yardımını doğruladığını belirtti. Mektupta şöyle deniyordu: "Aşağıda imzaları bulunan biz İrlanda Asilzâdeleri, Beyefendileri ve Sâkinleri, Majesteleri tarafından acı çeken kederli İrlanda halkına gösterilen cömert hayırseverlik ve alâkaya en derin minnetlerimizi saygıyla takdim eder ve onlar adına Majesteleri tarafından İrlanda halkının ihtiyaçlarını karşılamak ve acısını dindirmek üzere cömertçe yapılan bin sterlinlik bağış için teşekkürlerimizi arz ederiz."

İrlanda ' ya Osmanlı yardımının etkisi öylesine büyük olmuş ki Şehrin ve ülkenin ünlü futbol klübü Drogheda United ' ın simgesinde de ayyıldız kullanılmış. Drogheda 'nın Belediye başkanı Alderman Frank Goddfrey de, şehir ambleminin Osmanlı hilâl ve yıldızı olduğunu hatırlatarak "Şükran plâketimiz, iki ülke insanlarının dostluk sembolü olacaktır, ümidindeyim." dedi. Kıtlık ve Açlık Müzesi müdürü de, Türk halkına ve Osmanlı Devleti ' ne minnettar olduklarını vurguladı.

BÜYÜK İRLANDA KITLIĞI
İrlanda Tarihi 'nin en önemli olaylarından biri olan İrlanda Açlığı, Büyük Kıtlık veya Patates Kıtlığı diye de adlandırılan İrlanda patatesinin zehirlenmesi sonucu ortaya çıkan büyük afette yaklaşık 1 milyon İrlandalı hayatını kaybetmiş ve yaklaşık 2 milyon İrlandalı da çoğunlukla Amerika ' ya göç ederek ülkeyi terk etmiştir. 1845 ' te Amerika ' dan sızan zehirli bir mikroskobik mantar olan Phytophtera İnfestans ' ın, ülkenin en temel gıda maddesi olan patates ürününün üçte birini yok etmesiyle başlayan kıtlıkda ertesi yılki kayıp yüzde 80-90 ' lara kadar ulaştı. Aç halkın tohumlukları da yemesi sebebiyle kıtlık 1847 ' de zirveye ulaştı. İthal tohumların kullanıldığı 1848 ' deki mahsulde ise patateslerin yarıya yakını heba oldu. 1849 ' dan itibaren azalmaya geçen felaket 1851 ' de sona erdi.

Katolik İrlanda, İngiltere tarafından acımasızca sömürülmekteydi. Adanın tarım topraklarının tümü, yaklaşık 10 bin İngiliz ' in elinde bulunmaktaydı . Bunlar, bu toprakları 600 bin İrlandalı çiftçiye kiralıyor, aldıkları yüksek rantlarla İngiltere ' de Lordlar gibi yaşıyorlardı. Nüfus yoğunlundan ötürü toprak kiraları çok yüksekti. En verimli topraklar İngiltere ' ye ihraç edilmek üzere tahıl üretimine ayrılmıştı. Öylesine ki, kıtlığın patladığı 1845 ' te İngiltere ' ye 1 milyon ton tahıl ile 258.000 koyun gönderilmişti. İşçilere ücret ödenmiyor, bunun yerine ücret olarak küçük bir toprak parçası kiralanıyordu. Kiracı çiftçiler ve işçiler, yani 4 milyondan fazla İrlandalı ise tek gıdaları olan patatesi buralarda üretiyorlardı.

Patates Kıtlığı 'nın yaşanmasından sonra başlayan ölümler ve göç olaylarından sonra yaklaşık 8 Milyon olan İrlanda nüfusu bir kaç yıl içinde yaklaşık 5 milyona gerilemiş, Amerikaya göç etmek zorunda kalıp bir daha vatanlarına dönemeyen İrlandalılar ise geride pekçok hüzünlü hikaye bırakmışlardı.

ACI GÜN DOSTU
İngiltere Kraliçesi'nin kendi topraklarına dahil bir bölgeye Osmanlı Devleti tarafından yapılmak istenen nakdî yardımı engellemesi ve yardım miktarını onda bire düşürmesi, ibret verici bir olaydı. Buna karşılık, Osmanlı Sultanı Abdülmecid ' in muhtemel siyasi gerilimleri ve ulaşım güçlüklerini de göze alarak 4.000 kilometre uzaklıktaki fakir bir ülkeye tahıl yüklü gemiler göndermesi tarih sayfalarında benzerine rastlanmayacak bir alicenaplık örneğiydi.

150 Yıl Önce Türk Gemicilerin
Misafir Edildiği Eski Belediye Sarayı
Evet, Avrupa ' nın en batısında, tarih boyunca hiç karşı karşıya gelmediğimiz insanların memleketinde, bizimle ilgili, kitabe diyebileceğimiz bir belge çakılı. Oradaki üç-beş satır, insanlık tarihini anlatan ciltler doluşu kitaba sığmayacak bir mana zenginliği içinde, daha nice asırlar ötesine mesaj verip, ışık tutacak.