Türkiye'de İhtiyar Delikanlı adı ile gösterime giren Oldboy 2003'te yönetmenliğini Park Chan-wook'un yaptığı, Japon Manga Oldboy'dan sinemaya uyarlanan Güney Kore filmidir.
Oh Dae-su, bir gün kendisini küçük karanlık bir hücrede bulur. Oraya kimler tarafından ve niye kapatıldığını bilmeyen adamın dünyayla bağlantısı sadece hücresindeki küçük televizyondur. Haberlerde karısının öldürüldüğünü duyunca olayla bağlantısı olduğu düşünüldüğü için kapatıldığını anlar.
15 yıl sonra, serbest bırakılan adam, ailesini öldüren kişileri bulmaya ve kendisini oraya kapatanlardan intikam almaya karar verir.
2004 Güney Kore Büyük Çan Ödüllerinde en iyi yönetmen başta olmak üzere birçok dalda ödül alan film, aynı zamanda 2004 Cannes Film Festivali'nde Jüri Büyük Ödülünün de sahibi oldu.
Çok soğuk bir kış günü padişah, tebdil-i kıyafet gezmeye karar vermiş.
Yanına başvezirini alıp yola çıkmış.
Bir dere kenarında çalışan yaşlı bir adam görmüşler.
Adam elindeki derileri suya sokup, döverek tabaklıyormuş.
Padişah, ihtiyarı selamlamış:
'Selamunaleykum ey pir'i fani...'
'Aleykumselam ey serdar'ı cihan...'
Padişah sormuş:
'Altılarda ne yaptın?'
'Altıya altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor...'
Padişah gene sormuş:
'Geceleri kalkmadın mı?'
'Kalktık... Lakin, ellere yaradı...'
Padişah gülmüş:
'Bir kaz göndersem yolar mısın?'
'Hem de ciyaklatmadan. ..'
Padişahla baş vezir adamın yanından ayrılıp yola koyulmuşlar. Padişah baş vezire dönmüş:
'Ne konuştuğumuzu anladın mı?'
'Hayır padişahım...'
Padişah sinirlenmiş:
'Bu akşama kadar ne konuştuğumuzu anlamazsan kelleni alırım.'
Korkuya kapılan başvezir, padişahı saraya bıraktıktan sonra telaşla dere kenarına dönmüş. Bakmış adam hala orada çalışıyor.
'Ne konuştunuz siz padişahla...'
Adam, başveziri şöyle bir süzmüş:
'Kusura bakma. Bedava söyleyemem. Ver bir yüz altın söyleyeyim.'
Baş vezir, yüz altın vermiş.
'Sen padişahı, serdar-ı cihan, diye selamladın. Nereden anladın padişah olduğunu.'
'Ben dericiyim. Onun sırtındaki kürkü padişahtan başkası giyemezdi.'
Vezir kafasını kaşımış.'Peki, altılara altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor ne demek?...'
Adam, bu soruya cevap vermek için de bir yüz altın daha almış.
'Padişah, altı aylık yaz döneminde çalışmadın mı ki, kış günü çalışıyorsun, diye sordu. Ben de, yalnızca altı ay yaz değil, altı ay da kış çalışmazsak, yemek bulamıyoruz dedim.(32 ise ağızdaki dişten kinaye, boğaz)'
Vezir bir soru daha sormuş...'Geceleri kalkmadın mı ne demek?'
Adam bir yüz altın daha almış.
'Çocukların yok mu diye sordu. Var, ama hepsi kız. Evlendiler, başkasına yaradılar, dedim...'
Vezir gene kafasını sallamış.
'Bir de kaz gönderirsem dedi, o ne demek...'
Adam gülmüş.
Çin'de bir adam, her gün boynuna dayadığı kalın sopanın iki ucuna astığı testilerle dereden su taşırmış evine.. Bu testilerden birinin yan kısmında çatlak varmış... Diğeri ise hiç kusursuz ve çatlaksızmış; ve her seferinde bu kusursuz testi adamın doldurduğu suyun tümünü taşır, ulaştırırmış eve..Ama her zaman boynunda taşıdığı testilerden çatlak olanı eve yarım; diğeri dolu olarak varırmış iki sene her gün bu şekilde geçmiş. Adam her iki testiyi suyla doldururmuş ama evine vardığında sadece 1,5 testi su kalırmış...Tabi ki kusursuz, çatlaksız testi vazifesini mükemmel yaptığı için çok gururlanıyormuş. Fakat zavallı çatlak olan kusurlu testi, çok utanıyormuş. Doldurulan suyun sadece yarısını eve ulaştırabildiği için de çok üzülüyormuş. İki yılın sonunda bir gün,
görevini yapamadığını düşünen çatlak testi,ırmak kenarında adama şöyle demiş:
'Kendimden utanıyorum. Şu yanımdaki çatlak nedeniyle, sular eve gidene kadar akıp gidiyor..' Adam gülümseyerek dönmüş testiye; 'Göremedin mi? Yolun senin tarafında olan kısmı çiçeklerle dolu. Fakat kusursuz testinin tarafında hiç yok.Çünkü ben başından beri senin kusurunu, çatlaklığını biliyordum..Senin tarafına çiçek tohumları ektim.. Ve hergün o yolda ben su taşırken,sen onları suladın.. 2 senedir o güzel çiçekleri toplayıp,masamı süslüyorum. Sen kusursuz olsaydın, o çatlağın olmasaydı evime böyle güzellik ve zarafet veremeyecektim' diye cevap vermiş.
Aslında hepimiz birer çatlak testiyiz Her birimizin kendine has kusurları vardır. Fakat sahip olduğumuz bu kusurlar ve çatlaklardır hayatlarımızı ilginç yapan,mükafatlandıran, renklendiren..
Etrafımızdaki her kişiyi,oldukları gibi kabullenin.. Onlardadaki kusurları değil, içlerindeki güzellikleri görün...
Evlilik, inanmadığım halde içerisinde 17 seneyi bitirdiğim bir kurum benim için. 17 senede (abartmıyorum) 40 çift arkadaşımın son verdiği kurum ayni zamanda da... Evliliğimin bu kadar uzun sürmesinin gizi belkide kuruma inanmamaktan geçiyor. Evliliği toplumun dayattığı şekilde yasamamaktan... Nedir bu dayatmalar? Erkeğin muhakkak kadından yasça büyük olması, eğitim seviyesinin erkeğin lehine ya da en azından eşit olması bunların sadece ikisi... Olmaz, yürümez diyor toplum... Erkek yasça büyük olmalı ki, kadına 'hot' dediğinde oturmalı kadın... Yâda yumuşatıyorlar; -Efendim kadın erkekten önce çöktüğü için (hani doğum falan) küçük olmalıymış yaşı... Eğitimde de böyle... Kadının çok okumuşu bilmiş olurmuş, evde kalmakmış layıkı... EŞİM BENDEN 2 YAS BÜYÜK; ne 'hot' dememe gerek kaldı 17 senede, ne de benden önce çöktü... Yıllar içinde ben yaşlandıkça o gençleşti, -'Ooo Can bey kapmışınız çıtırı' esprilerine muhatap dahi oldum. EŞİM 3 ÜNİVERSİTE BİTİRDİ; ben bi taneyi 9 senede bitirdim.
Ne o bana bilmişlik tasladı, ne ben ona ezik baktım... Kulağa gelen müzik tekse de, onu oluşturan notalar farklıdır der Halil Cibran... Bunu unutmadık biz. Ben konuşurken o dinledi, ben dinlerken o konuştu 17 sene. O öfkeliyken ben, ben öfkeliyken o 'haklisin bitanem...' dedik, Öfke bitip fırtına durulduğunda 'ama bi de böyle düşün' de dedik fikrimizi savunurken. Farklı insanlar olarak görmedik birbirimizi, ayni amaç için savaşan neferlerdik bu hayatta... Asla bilmedik ne kadar para kazandığımızı, ortak cüzdanımızdan gerektiği kadar aldık.. Ne kadar çalarsa çalsın masanın üstünde telefon, kim bu saatte arayan karşı cins diye sorgulamadık da ama... Sevginin en büyük dostuydu bizim için 'güven'... Ve güvenin ardına saklanmış bir 'saygı' vardı daima... Ne kavgalar, ne badireler atlattık 17 senede... Eee ülkeler neler gördü, biz çekirdek aile mi sütliman yaşayacaktık...
Bir gün öyle bir girdik ki birbirimize, ben ilk kez odamın dışında yattım bi gece, misafir odasında... Gece yarısı kapı açıldı esim; -'Ne yapıyorsun burada?' diye sordu kapının eşiğinden, 'uyuyorum' dedim buz gibi bi sesle... Gitti, gelmesi 1 dakikasını almıştı elinde yastıkla... 'kay yana' dedi daracık yatakta. 'ne yapıyorsun?' dediğimde 'benim yerim senin yanın, sen gelmezsen ben gelirim' dedi... Anladım ki o gece, en uzun kavgamız yat saatine kadar sürecek... Ve bence doğrusu da bu... Özen gösterdik o günden sonra, evin her yerinde kavga ettik, yatak odamız hariç. Kırsak da zaman zaman kalplerimizi, asla kin tutmadık birbirimize... Toplum kurallarıyla oynasaydık bu oyunu b elki de 41 inci çift olacaktık o listede... Ama oyunun kurallarını biz koyduk... Nede olsa bizim oyunumuzdu oynanan... Evlilik; hesapsız içine dalınması gereken bir oyun bence... Topluma kulaklarını tıkayarak hem de... Ne benim, ne de bizim sözlerimizle... Sadece gönlünüzden geçtiğince... Dediği gibi Ataol Behramoğlu'nun; '...Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var: Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe, bütün evrene karışırcasına. Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır. Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana... CAN DÜNDAR
Hayat kısa gelen bir battaniye gibidir. Yukarı çekersin ayak parmakların isyan eder. Aşağı çekersin omuzların titrer. Ama yine de, neşeli insanlar dizlerini karınlarına çeker, rahat bir uyku
uyumayı başarır...
Kim tarafından ve ne zaman söylendiği bilinmeyen bir bildiride , Kızılderili reis şöyle seslenir Beyaz Adam’a:
“Toprağımızı alma isteği üzerine düşüneceğiz. Halkım “Beyaz Adam’ın almak istediği nedir?” diye soracak. Bunu bizim anlamamız zor. Eğer o güzelim havanın , köpüren suyun sahibi biz değilsek , onu bizden nasıl alabilirsiniz ki? Güneşte parıldayan her bir çam ağacının , kara ormanların üzerinden asılan sisin , vızıldayan arının , halkımızın belleğinde ve düşüncelerinde kutsal bir anlamı var. Ağaçta yükselen özsuyu Kızıl Adam’ın anısını taşıyor. Bir toprağın parçasıyız , toprak da bizim parçamız. Hoş kokulu çiçekler kızkardeşlerimiz bizim , rengeyiği , at , yüce kartal ise erkek kardeşlerimiz. Irmağın köpüren dalgaları , çayırdaki çiçeklerin özsuyu , tayın teri , her biri bir ve tek soya , bizim soyumuza ait. Bu yüzdendir ki , Washington’daki Büyük Reis bizden toprağımızı isterken , çok şey istiyor.”
Sunay Akın’ın “Onlar Hep Oradaydı” adlı kitabında Dikenli Tel yazısından…
Bunun, Çinliler'in anlattığı çok güzel ve inandırıcı bir açıklaması var...
Başparmak, anne-babanızı,
İşaret parmağı, kardeşlerinizi,
Orta parmak, sizi,
Dördüncü parmak (yani yüzük parmağı), hayat arkadaşınızı,
Ve serçe parmak, çocuklarınızı temsil eder.
İlk önce avuçlarınızı birbirine bakacak şekilde açın. Orta parmakları bükün ve sırt sırta birleştirin. Daha sonra kalan dört parmağınızı da şekildeki gibi açıp, uç uca getirin.
Şimdi, anne babanızı temsil eden başparmaklarını zı ayırmaya çalışın... Açılacaktır, çünkü anne babanız sizinle birlikte ömür boyu yaşamayacaktır. Er ya da geç onlardan ayrılmak zorundasınız.
Baş parmaklarınızı önceki gibi birleştirip, kardeşlerinizi temsil eden işaret parmaklarınızı ayırın. Onlar da ayrılacaktır, çünkü kardeşleriniz kendi ailelerini kurup, ayrı bir hayat seçer.
İşaret parmaklarınızı birleştirip, çocuklarınızı temsil eden serçe parmaklarınızı ayırın. Onlar da ayrılıcak, çünkü çocuklar da evlenir ve bir gün kendi hayatlarını kurar.
Son olarak serçe parmaklarınızı birleştirip, eşlerinizi temsil eden yüzük parmaklarınızı ayırmaya çalışın. Ayıramadığınızı görünce şaşıracaksınız. Çünkü karı-kocalar hayat boyu bir arada yaşarlar... İyi günde ve kötü günde...