27 Kasım 2012 Salı

Darwin'in Kabusu - Tanzanya'nin Sefaletinden Küçük Bir Görünüm

Emperyalizm ve etkileri hakkında etkileyici bir söyleşi.. biraz uzun ama okunmalı... ayrıca bahsedilen belgeseli de bir an önce bulup izlemeye çalışacağım....

yazının orjinali
 
 
Emperyalizmin Sayisiz Acimasız Uygulamalarindan Biri; Tanzanya'nin Sefaletinden Kucuk Bir Gorunum : Hubert Sauper'in Filmi "Darwin'in Kabusu" Yapay Seleksiyon
BİA (Mwanza) - Nohut, BM kamplarındaki sığınmacılara gelmiş, taze balık AB ülkelerine gidiyor. Balığı götüren uçak, dönüşte silah getirecek. O silahlar içsavaşta kullanılacak, çatışmalardan kaçıp BM kamplarına sığınan talihli insanlar nohutla karın doyuracak...

Tonlarca levrek çıkarılan Victoria gölünün kıyısında açlıkla boğuşan insanların payına düşen, balık sanayiinin artıkları sadece. Ve o balık sanayii ki, geleneksel tarımı ve balıkçılığı yok etmekle kalmamış, levrek dışındaki balık türlerini bitirmiş. Zira o levrek, bildiğimiz levrek değil, etobur "lates niloticus", diğer balık türlerinin amansız düşmanı.

Victoria gölünün doğal sakini değil, üretim amacıyla getirilip "bırakılmış". En az elli kilo çekiyor, kârlı mı kârlı. Kargo uçakları haftada ortalama 400 ton levreği Avrupa ülkelerine taşıyor.

Bu sanayi Tanzanya'yı zenginleştirmiyor, aksine, alabildiğine yoksullaştırıyor. Dahası var: 200 balık türünü yok etmesi bir yana, Victoria gölü için de ölümcül bir tehdit...

Bütün bunlar, Avusturyalı belgesel sinemacı Hubert Sauper'in birçok festivalde ödüllendirilen "Darwin'in Kâbusu" adlı filminde ayrıntılarıyla anlatılıyor, seyredenleri allak bullak ediyor.

Sauper'in deyişiyle, "yeni dünya düzeninin ironik ve dehşet verici alegorisi" olan "Darwin'in Kâbusu", Afrika'nın nasıl yağmalandığına, muazzam bir zenginliğin nasıl ve niçin eşi görülmemiş bir sefalete, yıkıma dönüştüğüne ayna tutuyor.

Çeşitli söyleşilerinden yaptığımız derlemeyle Sauper'in tanıklığını dikkatlerinize sunuyoruz...

Sizi Afrika'ya, özellikle de Büyük Göller Bölgesi'ne yönelten ne oldu?

1997'de Kongo'nun doğusunda bir belgesel çekiyordum, Ruandalı sığınmacıları anlatan "Kisangani Günlüğü"nü ("Kisangani Diary"). İçsavaşlardan, açlıktan, salgın hastalıklardan kırılan bu bölgedeki gerçek sorunsalın ne olduğunu o sıralarda farkettim. Ruandalı sığınmacıların gıda ihtiyaçlarını Birleşmiş Milletler karşılıyordu.

Gıda maddelerini getiren uçaklar, eski SSCB'den kalma kargo jetleriydi. Afganistan işgalinde kullanılmışlardı , delik deşik pistlere bile inebiliyorlardı . Adeta Afrika için yapılmışlardı. Bu uçakların mürettebatıyla ahbap olmuştum. Genellikle ya Rus ya Ukraynalıydılar. Aramızda gelişen dostluk sayesinde, bu uçakların "gelişmiş" ülkelerden sadece gıda maddesi değil, silah da getirdiğini öğrendim. Kulaklarıma inanamamıştım.

Pilotlardan biri dalga geçmişti benimle: "Orta Afrika'daki savaşlarda kullanılan silahların Air France ya da Lufthansa'yla taşındığını sanmıyordun herhalde!". Bu uçaklar, gündüzleri sığınmacıların karnını doyuran nohutları, geceleri de onları öldüren bombaları taşıyordu. Bu benim için dehşet verici bir "ayrıntıydı". Sonra, Tanzanya'ya, Victoria gölünün kıyısında küçük bir şehir olan Mwanza'ya gittim.

Mwanza, silah kaçakçılığının başlıca üslerinden biri. Aynı zamanda bir başka ticaretin, Tanzanya'dan AB ülkelerine giden balık filetosu ticaretinin de merkezi. Beni "Darwin'in Kâbusu"nu çekmeye mecbur eden görüntü, Mwanza havaalanında yan yana duran iki uçaktı. Biri ABD yardım uçağıydı, 45 bin ton nohut yüklüydü. Diğeri bir Rus kargo uçağıydı, 50 bin ton balık yüklüydü. Nohut, BM kamplarındaki mülteciler içindi, balıksa AB ülkelerine gidiyordu, inanılır gibi değildi...

İnsanların açlıktan öldüğü, protein eksikliğinden çocukların karınlarının şişliği bu bölge, Avrupa ülkelerine tonlarca balık gönderiyordu. Bu, "Darwin'in Kâbusu"nun temelini oluşturan şu naif soruyu sormama neden oldu: Nasıl oluyor da insanların aç olduğu bu bölgeden bu değerli yiyecek uçup gidiyor?

Cevap gayet basitti: iyi gıda, insanların fiyatını ödeyebildiği yere gidiyordu. Satın alma gücüne sahip olan, Afrika'nın köyleri değil, Avrupa'nın süpermarketleriydi!

Büyük Göller Bölgesi nasıl bir yer?

İnsanlığın beşiği olarak kabul edilen Büyük Göller Bölgesi, Afrika'nın yeşil, bereketli ve maden yatakları bakımından çok zengin bir bölgesi. Ayrıca, eşsiz vahşî hayatı, karlı volkanları ve millî parklarıyla ünlü. Ama aynı zamanda, cehennemî karanlığın da yüreği, içsavaşlar bu bölgeyi kasıp kavuruyor. Bunlar İkinci Dünya Savaşı'ndan çok daha kanlı savaşlar.

Sadece Doğu Kongo'da bir tek günde savaşta hayatını kaybedenlerin sayısı, 11 Eylül'de New York'ta ölenlerin sayısına eşit. Bu savaşlar ya görmezden geliniyor ya da Ruanda, Burundi ve Sudan'dakiler gibi "kabile çatışmaları" olarak nitelendiriliyor. Savaşların arkasındaki nedenin, doğal kaynaklara yönelik emperyalist çıkarlar olduğu ustaca gizleniyor.

"Darwin'in Kâbusu"nun omurgasını gizli silah ticareti oluşturmakla birlikte, ana örgü Nil levreği ticareti etrafında gelişiyor. Bu balıkla silah trafiği arasında nasıl bir bağ var?

Mwanza'da çok kârlı bir ticaret var, o da Nil levreği. 1960'lı yılların başlarında, bilimsel araştırma nedeniyle Victoria gölüne "bırakılan" bu etobur balık, diğer bütün balık çeşitlerinin kökünü kurutmuş. Dolayısıyla, Afrika'nın en büyük gölü olan Victoria'da bugün neredeyse sadece Nil levreği yaşıyor. Bu balıkla birlikte çok büyük bir endüstri doğmuş.

Yakalanan balık fabrikalarda temizleniyor ve her gün onlarca ton fileto, Kuzey yarımküreye ihraç ediliyor. Ve taze balık taşımacılığında kullanılan bu kargo uçakları, dönüşte silah getiriyor. Ben de biri legal ve açık, diğeri illegal ve gizli olan, kimsenin görmediği bu ikili ticaretin belgeselini yaptım.

Nil levreği ticareti çok kârlı bir iş gibi, oysa filminiz bize açlık, yoksulluk, fuhuş, AİDS gibi bütün sorunlarla boğuşan bir şehir gösteriyor...

Mwanza sokaklarında anormal ya da şoke edici bir şey fark etmeden dolaşabilirsiniz. Herhangi bir şehir gibi. Balıkların fileto haline getirildiği fabrikaların olduğu yere gidip, bunların yerel nüfus için büyük bir nimet olduğunu, pek çok kişiye iş imkânı sağladığını düşünebilirsiniz. Ama altını biraz kazıyınca, hakikatin çok farklı olduğu görülüyor. Fabrikaların kuruluşu, pek çok emekçinin şehre akın etmesini ve onlarla birlikte fuhuşu, AİDS'i ve yoksulluğu getiriyor.

Sokaklarda gördüğünüz kaderine terk edilmiş çocuklar AiDS'in sonuçları. Sefalet öyle bir düzeyde ki, pek çok kişi fabrikaların çöpe attığı balık artıklarıyla karnını doyurmaya çalışıyor. Bu fabrikalar kurulmadan önce, Mwanza halkı, ağırlıklı olarak balıkla besleniyordu. Bugün balıkçılar bütün balıklarını Avrupa'ya ihraç eden bu fabrikalara satıyor. Balık fiyatları o kadar yükselmiş ki, yerel halkın satın alabilmesi imkânsız. Onlar da kılçıkları, kafaları toplayıp kurutuyor ve kızartıyor.

Bu kârlı ticaretten kimler faydalanıyor?

Gözle görülür bir şekilde zenginleşen birkaç işadamını saymazsak, yerel ölçekte bu endüstriden faydalanan yok. Dünya Bankası'nın raporu, levrek sanayii sayesinde birkaç bin kişilik istihdam yaratıldığını söylüyor, ama hikâyenin devamını anlatmıyor.

Tanzanya'ya yapılan yatırım ve bu sanayiden elde edilen kâr ya İsviçre bankalarına aktarılıyor ya da Tanzanya devletinin kasasına giriyor ve yine dış borçlara gidiyor. Avrupa da, fazla balık üretsin diye bu ülkeye sübvansiyon adı altında malî "yardım"da bulunuyor. Ve sonuçta hem kaymağı hem de kaymağın parasını alıyor. Doğu Afrika ekonomisini ellerinde tutan Hintli işadamları, üç değerli varlıkları olduğunu söylüyor: Balık, para ve çocukları. Balık AB ülkelerine, para İsviçre'ye, çocukları ise Kanada'ya gidiyor.

Tanzanya'ya kalan bir şey yok. Yerel halk da olup bitenlerin pek farkında değil. Tamamen doktrine edilmiş durumdalar. Bu fabrikaların ilerleme ve gelişme için gerekli olduğuna inanıyorlar. Sürekli birkaç bin kişilik istihdam yaratıldığı vurgulanıyor, ama bütün geleneksel iş alanlarının yok olduğu istatistiklere yansımıyor. Norveçli bir bilim insanının yaptığı araştırmaya göre, bu fabrikalarda yaratılan her istihdam, tarım ya da balıkçılık gibi geleneksel sektörlerde sekiz istihdamı yok ediyor.

Ayrıca, bu yeni ekonominin yarattığı "altına hücum" durumu, binlerce genç insanın gölün kıyılarına göç etmesine yol açıyor. Bu insanlar, sağlık şartlarının olmadığı çalışma kamplarında alt alta, üst üste yaşıyorlar ve bu kamplarda kolera, AİDS gibi salgın hastalıklar eksik olmuyor. Gençler hastalandıkları nda, kampta "ölme haklan" yok ve zorla köylerine gönderiliyorlar. Böylece, salgınlar daha da yayılıyor. Siyasal sorumlular da duruma göz yumuyor.

Avrupa Birliği bu levrek ekonomisine destek olmak için 34 milyon Euro verdi, tabii bazı koşullar koyarak. Koşullardan biri, fabrikalarla havaalanı arasındaki yolların onarılmasıydı. Bu, "sömürü için yardım"dan başka bir şey değil. Tıpkı, bir önceki yüzyılda Britanya'nın demiryolları gibi: Güya o demiryolları medeniyet götürmek için yapılmıştı, asıl maksat o ülkelerdeki zenginliklerini kendi kasalarına taşımaktı. Bugünkü durumsa gizlikapaklı bir yeni sömürgecilik değil, alenî ve harfiyen yeni sömürgecilik.

Bir "başarı"nın, sermayenin küreselleşmesinin seyircileriyiz, ama bunun sonuçlarını görmekten uzağız. Neo-liberaller Afrika'nın bir geçiş süreci yaşadığını ve bu süreç aşıldıktan sonra her şeyin iyiye gideceğini iddia ediyor. Ben buna inanmıyorum: Yakın gelecekte Victoria gölünde hiç balık kalmayacak.

Filminizin adında Darwin'e atıfta bulunmanızın sebebi neydi?

Darwin'in doğal seleksiyon teorisi, ilkesel olarak farklı hayvan türlerine ve sadece doğaya uygulanmalı, insanî ve toplumsal bağlama tercüme edildiğindeyse, faşist bir teori haline geliyor. Gelgelelim, "doğal seleksiyon" giderek daha ziyade insanlara uygulanır oldu. Ürkütücü olan da bu. Daha zengin ve daha güçlü olan, yoksul ve zayıf olanı yok ediyor.

Ezelî sorunun, yani "dünya ve insanlar için en iyi toplumsal ve siyasal sistem hangisidir?" sorusunun cevabı bulunmuş gibi görünüyor: Kapitalizm kazandı. Geleceğin toplumları, "medenî" ve "iyi" addedilen "tüketim demokrasileri" tarafından yönetilecekler. Darwin'ci mânâda "iyi" olan, yani "güçlü" olan kazandı. Düşmanlarını ikna ederek ya da bertaraf ederek kazandı. "Darwin'in Kâbusu"nda bir balığın başarı öyküsünü tersyüz etmek, dönüştürmek ve bu "güçlü" hayvan etrafında oluşan kısa ömürlü bolluğu, refahı yeni dünya düzeninin ironik ve dehşet verici alegorisi olarak göstermek istedim.

Aynı filmi Sierra Leone'de de yapabilirdim. O filmde balığın yerini elmas alırdı. Honduras'ta muz, Irak, Nijerya ya da Angola'da ise ham petrol... Birçoğumuz her şeyi tahrip eden bir düzende yaşadığımızı biliyoruz, fakat bu tahribatı gözümüzde canlandıramıyoruz. Onu idrak edemiyoruz. Bildiğimiz şeye inanmakta güçlük çekiyoruz.

"Darwin'in Kâbusu"nda küreselleşme tarafından revize edilen evrim teorisini mahkûm ettiğiniz söylenebilir mi?

Bir şeyi mahkûm ettiğimi düşünmüyorum. "Darwin'in Kabusu"nda silah ticaretinin varlığını balık ticaretine, balık ticaretinin varlığını da savaşa borçlu olduğunu göstermek istedim. Kendimi gazeteci olarak değil, film yönetmeni olarak görüyorum. Anlattığım yeni bir şey değil. Afrika'da savaş, fuhuş, açlık, AİDS, sokak çocukları gibi sorunlar olduğunu söyleyen ben değilim. Bunları herkes biliyor.

"Darwin'in Kâbusu", çağımızın bir röntgeni gibi. Çoğu zaman bu kötü ve yanlış düzeni göremiyoruz. Mwanza'da ya da başka bir yerde, ilk bakışta her şey yolundaymış gibi duruyor, ama biraz yakından bakınca sorunu görüyorsunuz. Hastasına ağrısının sebebini gösteren bir doktor misali, bu filmle zamanımızın sorunlarını göstermek istedim.

Çağımızın problemi, bizim, Batılıların başına gelen inanılmaz şey: Gittikçe daha fazla zenginleşiyoruz ve bunun sonuçlarını göremeyecek hale geliyoruz. Uçaklar bize balık taşıyor ama, arkalarında bıraktığı çöplüğü görmüyoruz.

Filminiz ciddi bir inceleme ve soruşturmaya dayanıyor. Karşılaştığınız güçlükler nelerdi?

"Darwin'in Kâbusu"nu küçük bir ekiple çektik, her zamanki asistanım Sandor Rieder, küçük kameram ve ben. Askerî ve sivil yetkililerle, yerel polisle çok sıkıntı yaşadık; bu da "oyun"un parçasıydı. Sürekli gizli seyahat etmek, sahte kimlik kartları kullanmak zorunda kalıyorduk. Örneğin, nakliye uçaklarına binebilmek için pilot kılığına girmemiz gerekti. Köylerde misyoner, balık fabrikalarında AB'nin hijyen denetçisi sanıldık, şık barlarda Avustralyalı işadamları rolü yaptık.

Filmin bütçesinin en büyük gider kalemini yerel yetkililere ödediğimiz rüşvet ve cezalar oluşturdu. Evet, "Darwin'in Kâbusu"na bir anlamda bir soruşturma ve inceleme denebilir, ama maksat bu açlık ve mutlak yoksulluk faciasındaki aktörlerin yüzlerini göstermekti. Filmde mahremiyet sınırlarını zorladım, bu insanlara mümkün olduğunca yaklaşmaya, burunlarının dibine sokulmaya çalıştım: Dünya Bankası kredileriyle işletmeler kuran yöneticilerden plastik ambalajları eriterek kokladıkları bir tür uyuşturucu elde eden sokak çocuklarına, Rus pilotlarla düşüp kalkan sokak fahişelerine kadar...

Aslında, bu pilotlar "kötü adamlar" değil; Angola'ya ya da Sudan'a giden bombaları taşısalar da, sadece işlerini yaptıklarını düşünen sıradan insanlar...

Silah kaçakçılığına dair gizli bilgilere ulaşmayı nasıl başardınız?

Bu mürettebatla birlikte aylar geçirdim. Büyük bir tabu vardı elbette: Çok uzun bir süre "kalaşnikof" lafını telaffuz bile etmedim. Görünüşte uçaklarla, balıklarla ve Afrika'nın genel manzarasıyla ilgileniyordum. Zaman içinde, onlara Güney'e taşıdıkları sandıkların mahiyeti üzerine sorular sormaya başladım, ilk başlarda, bilmediklerini söylüyorlardı, ama bir süre sonra itiraf ettiler. Onlar açısından aslında bir tür günah çıkarma gibi oldu. İnsan birden bir çelişkiyle karşı karşıya kalıyor, çünkü karşında Afrika'nın derinlerinde sefil sefil dolaşan sevimli Ukraynalı bir adam var; aynı zamanda bu adamın oraya bomba taşıdığını öğreniyorsun.

Bu filmle bir sorgulamayı kışkırtmak istedim. Teksas'ta yapıldığı gibi "kötü adam"ı ipe çekmek değil mesele, bunun o kadar basit olmadığını göstermek istedim. Zaten küreselleşme denen şey de, dünya üzerindeki altı milyar insanın birbiriyle ilişkisini etkileyen en karmaşık hikâye. Niçin buraya geldik? "Darwin'in Kâbusu"nun anahtar sorusu da bu zaten: Niçin bu noktaya geldik?

Dizginler kimin elinde sizce?

Bunu tam olarak tanımlamak zor. Aslında, hepimiz dizginin bir ucundan tutuyoruz. Filmde göstermeye çalıştığım da bu: Hiç kimse hiçbir şeyden sorumlu değil, herkes her şeyden sorumlu. Özellikle de bizler, dünyanın Kuzey'inde yaşayanlar, çünkü bizler daha fazla habere, bilgiye ulaşabiliyoruz. Tanzanyalı bir çocuk çok daha sı sorumlu. Niçin öksüz kaldığını bile bilmiyor, çünkü babası balıkçı, çünkü Dünya Bankası bu fabrikalara yatırım yapıyor...

Peki balıkçılar niçin AIDS'den ölüyor? Çünkü fahişelerle çalışma kamplarına "kapatılmışlar" . Ölümcül bir zincirleme durum... Peki kim kabahatli? Tanzanya'ya kredileri verenler mi, bu fabrikaları işletenler mi, o balıkları tüketen bizler mi? Sonuçta, "kötü" olan, hepimizin faili olduğu sistem. Küresel kapitalizm öylesine iyi işleyen bir makine ki, yaptığı dehşet verici tahribatı henüz tam olarak göremiyoruz.

Dolar akışının güzel yüzeyinin gerisinde devasa bir çürüme var ve sanıyorum kapağı biraz aralayıp içine bakmaya başlamak gerekiyor. Bu fenomenin henüz sadece başındayız ve yeryüzündeki hayatı ne derece değiştireceğine dair aslında en ufak bir fikir sahibi değiliz.

Filminizde bu insanî felakete dair dehşet verici görüntüler var. Çekimler nasıl oldu?

Film, Afrika'ya yaptığımız dört seyahatin sonucu. Giderken, cephane sandıklarının, dönüşte de balık sandıklarının üzerinde oturuyorduk. Filme temel olan fikirlerden biri de, sadece gözle görülür olanı ifade etmek değil, bir ruh halini aktarmaktı. Seyircinin bu akıl almaz yolculuğu yaşamasını istedim. Fonda Nil levreği var, ama dediğim gibi, herhangi başka bir hammadde de olabilirdi, petrol ya da mesela Kongo'da pek çok kişinin hayatına mal olan elmas gibi.

Nijerya'nın bir köyün on kilometre ötede verimli bir petrol kuyusunun bulunması o köylüler için ölüm fermanının imzalanması anlamına gelir. Çünkü, kısa bir süre sonra yatırımcılar gelecek, köyün gençleri bu yeni zenginliği korumak için silah altına alınıp asker olacak, diğerleri isyan edecek, kızlar hizmetçi ya da fahişe olarak çalışmak üzere şehre göçecek, ihtiyarlar toplumsal tahribat yüzünden ölecek... Asla bu mantığın dışına çıkılmıyor!

Bilinçleri ve vicdanları harekete geçirmek için sinemanın gücüne inanıyor musunuz?

Filmimin dünyayı değiştirebileceğ ine inanmıyorum, ama kişisel olarak beni çok değiştirdi ve her seyircinin de bakış açısını değiştirebileceğ ini düşünüyorum, iktidardaki muktedir siyasetçileri doğrudan etkilemeyeceğ i aşikâr, ama kolektif bilinç üzerinde derin bir etkisi olabilir.

Bir medyum olarak sinemanın sadece ham enformasyon aktarmanın ötesinde, bunu doğrudan beyne ulaşan bir dile çevirebilme özelliğine de sahip olduğunu düşünüyorum.

"Kongo'nun doğusunda 4 milyon kişi öldü" diye okuyabilirsiniz, bu çok büyük bir sayı, ama aynı zamanda çok uzak ve ölenler başkaları... Ancak, illâ bir yorum olmadan, doğrudan ve yakın plan bir görüntüyle karşı karşıya olduğunuzda, düşünmeye başlamak zorundasınız. Bu, hakiki bir hayat tecrübesi, harekete geçme arzusu uyandıran çok yaratıcı bir tecrübe. Elbette anında sonuç veren bir etki değil, filmden çıkar çıkmaz herkes Greenpeace'e ya da ATTAC'a üye olmaya koşmayacak.

Ama ilk eylem, kendi konumun üzerine kendini sorgulamandır. Ben kişisel olarak hiçbir cevap vermiyorum. Benim görevim film yapmakla sınırlı, hayatımı ve enerjimi seferber eden bu, sonra herkes istediği sonuca varır. Mesela aynı siyasetçilere oy verilmeyebilir. .. Ama eğer bu gezegen üzerinde hayatta kalmak istiyorsak, öncelikle, acilen, biraz daha fazla düşünmeliyiz!

10 Kasım 2012 Cumartesi

Atatürk'ün Sevdiği Hikaye

Ata­türk en sev­di­ği aşa­ğı­da­ki hi­ka­ye­yi an­la­tır, ara­da da baş­ka­sı­na an­lat­tı­rır, gü­ler­miş.
Ye­şi­lay­cı bir pro­fe­sör bir kon­fe­rans ve­ri­yor. Bir ara din­le­yi­ci­le­re sor­muş;
“Bir eşe­ğin önü­ne iki ko­va koy­sa­nız. Bi­ri su do­lu, bi­ri ra­kı. Han­gi­si­ni içer?”
Ce­va­bı ken­di ve­ri­yor: “Ta­bi­i su­yu.”
Ge­ne bi­tir­mi­yor so­ru­yor: “Ne­den?”
Ar­ka­dan bi­ri­si yük­sek ses­le ce­vap­lı­yor;
“E­şek­li­ğin­den.”
Ata­türk bu ce­va­ba ba­yı­lı­yor. Gü­lü­yor, gü­lü­yor..
Bir ak­şam Or­man Çift­li­ği­’n­de ya­nın­da er­ka­nı, açık ha­va­da otu­ru­yor­lar. Ra­kı­la­rı­nı yu­dum­lu­yor­lar. Bi­raz iler­de 15-16 yaş­la­rın­da bir çift­çi ço­cuk ça­lı­şı­yor. Ata­türk el edip, ça­ğı­rı­yor.
So­ru­yor:
“Söy­le ço­cuk; bir eşe­ğin önü­ne iki ko­va koy­san. Bi­ri ra­kı do­lu, bi­ri su. Han­gi­si­ni içer?”
Ço­cuk yut­ku­nu­yor; ba­kı­yor, Ga­zi Pa­şa Haz­ret­le­ri­nin ve ya­nın­da­ki­le­rin önün­de ra­kı ka­deh­le­ri. Dev­le­tin en bü­yük­le­ri…
Esas va­zi­ye­ti­ne ge­çi­yor;
“Ra­kı­yı ku­man­da­nım!”
Ata­türk kah­ka­ha­yı ba­sı­yor. Her­kes şaş­kın, on­la­ra dö­nü­yor;
“A­man bey­ler! Ne­den di­ye sor­ma­yı­n” 

Bizim Devrimimiz


Bizim devrimimiz, ilktir ve örnektir.
Bezirgân sömürgeciliğe karşı yürütülen bağımsızlıkçı kurtuluşu; beyliği, ağalığı, sultanlığı yıkan çağdaş, toplumcu bir halk yönetimini simgeler.
Ezilen uluslara yol, yöntem gösterdiği için de yeryüzü ağalarının, beylerinin hiç hoşuna gitmez.
O yüzden; Henze’sinden tutun, Fuller’ine tüm casuslar; yobaz kukumavlardan tutun emperyalizme kul köle olmuş vaizlere değin tüm işbirlikçiler Türk devrimini sürekli kötülediler, yerden yere vurdular.
O yüzden, kimliği 1923 devrimi ile özdeşleşmiş Atatürk’ün adını ve anısını aşağılamak, yıpratmak, yok etmek için seksen takla attılar.
O yüzden, Türk devriminin yarattığı önderleri kalleş pusularda tek tek öldürüldüler.
Türk devriminden öylesine korkuyorlar ki, şimdi onu belleklerden silmek için üniversitelerde ders olmaktan bile çıkarıyorlar.
Güçleri yetmeyecek, beceremeyecekler.
İçimizdeki bağımsızlık ateşi kor olmuş, yanıyor. Söndüremezler...


(Işık Kansu’nun 10/11/2012 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki yazısından....)

ATATÜRK’ÜN BAZI ÖZELLİKLERİ

- En Sev­di­ği Ye­mek: Ma­nas­tır As­ke­ri Li­se­si yıl­la­rın­dan ka­lan bir alış­kan­lık­la ha­ya­tı bo­yun­ca en sev­di­ği ye­mek ku­ru fa­sul­ye ve pi­lav ola­rak kal­dı. Tat­lı­ya düş­kün de­ğil­di ama ca­nı is­te­di­ğin­de çok sev­di­ği gül re­çe­li­ni ter­cih eder­di.
- Göm­lek­le­ri­nin Tü­mü Be­yaz­dı: Göm­lek­le­ri­nin hep­si be­yaz­dı. Bu göm­lek­ler ilk yıl­lar­da İs­viç­re­’de özel ola­rak di­ki­lir­ken son­ra yer­li ma­lı kul­lan­ma kam­pan­ya­sı­na ön­cü­lük ede­bil­mek için Be­yoğ­lu­’n­da bir ter­zi­ye dik­ti­ril­me­ye baş­lan­mış­tı.
- Do­la­bın­da La­ci­ver­te Yer Yok­tu: Ta­kım el­bi­se­le­ri­nin ta­sa­rım­la­rı­nı hep ken­di­si çi­zer­di. La­ci­vert ta­kım giy­me­yi sev­mez­di.
- Öl­çü­le­ri: Bo­yu 1.74 idi. Ha­ya­tı­nın son dö­nem­le­ri­ne ka­dar 76 olan ki­lo­su has­ta­lı­ğı­nın iler­le­me­ye baş­la­ma­sıy­la 46’ya ka­dar düş­müş­tü. 43 nu­ma­ra si­yah ru­gan ayak­ka­bı gi­yer­di.
- Dü­zen Ta­kın­tı­sı Var­dı: Evin­de, çev­re­sin­de hat­ta ko­nuk ol­du­ğu ev­ler­de bi­le eğ­ri du­ran eş­ya­la­rı dü­zelt­me­den ra­hat ede­mez­di.
- “La­ik­lik Adam Ol­mak­tır!”: İlk Mec­lis’­te bir otu­rum sı­ra­sın­da üye­ler­den bi­ri la­ik­li­ğin ne ma­na­ya gel­di­ği­ni an­la­ma­dı­ğı­nı söy­le­yin­ce Ga­zi çok si­nir­len­miş ve eli­ni­ kür­sü­ye vu­ra­rak bir din bil­gi­ni olan üye­ye ce­vap ver­miş­ti: “A­dam ol­mak de­mek­tir ho­cam, adam ol­mak!”

29 Ekim 2012 Pazartesi

CEHALETTE BOĞULUP SITMADAN ÖLMEDİYSEK EĞER BUNU ONA BORÇLUYUZ


“Atatürk ve Cumhuriyet Mucizesinin Bilançosu”
Bugün Cumhuriyetimizin 88. yıldönümü. Türk insanının padişahın kullarından özgür bireyler haline getirilmesinin, kadının köle durumundan kurtarılıp erkekle eşit kılınmasının, aşağılanan, dışlanan Türklere kimliklerinin ve kişiliklerinin yeniden hatırlatılmasının, akıl ve bilimin gücünün vurgulanmasının, kısaca bu milletin yeniden insan onuruna yakışır biçimde yaşamaya başlamasının 88. yıldönümü.

Kutlu olsun!

Cumhuriyet Devrimi (Kurtuluş Savaşı ve sonrasındaki yenilikler) Atatürk’ün kafasında ilk gençlikten beri biçimlenen, tecrübeyle, bilgiyle harmanlanan, zaman içinde olgunlaşan ve yeri ve zamanı geldikçe aşama aşama düşünceden uygulamaya geçirilen bir uygarlık projesidir.

Atatürk, 1918’de I. Dünya Savaşı’ndan 550.000 kayıpla çıkan, Mondros Ateşkes Antlaşması’yla orduları dağıtılan, ağır silahları elinden alınan, tünelleri, demiryolları, tersaneleri, yer altı ve yer üstü zenginlikleri, telgraf hatları ele geçirilen, bu da yetmezmiş gibi elindeki son toprakları da emperyalistlerce işgal edilen, kapitülasyonlar altında ezilen, sanayileşmemiş, aşiret ve tarikat kıskacında, aydınlanmamış, geri kalmış yıkık ve perişan bir ülkeyi önce bağımsız sonraçağdaş bir ülke haline getirmeyi başarmıştır.

Yoksul, perişan, cahil, yılgın, moralsiz ve emperyalizmle kuşatılmış ve kışkırtılmış bir topluluktan önce bir “birlik”, sonra bir “ordu” sonra da bir “millet” yaratmıştır.

Atatürk, emperyalist ve kapitalist Avrupa’ya, “Biz tüm ulus olarak bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı bütün ulusça savaşan insanlarız” diyerek baş kaldırmış ve kazanmıştır. 

Böylece dünyada ilk kez bir adam ve o adama inana bir millet, eli kanlı emperyalizmi dize getirmiştir. 

Bu büyük başarı Atatürk’ü ve Türk milletini ezilen-sömürülen Doğu’nun bağımsızlık sembolü haline getirmiştir. İslam dünyasına göre o, Hıristiyan emperyalizmini dize getiren “ALLAH’IN KILICIDIR”

Prof. Arnold Tyonbee, bu gerçeği şöyle ifade etmiştir: “Türk ulusu kendisi için savaşırken aynı zamanda yoksul ülkelerin de savaşını vermiştir. Kendisine karşı kabaran sel sularını Ankara kapılarında durdurarak İzmir’e, Trakya’ya, İstanbul’a doğru süren Türklerin başlattığı yeni akım belki de Irak, Suriye, Filistin, Mısır, Tunus, Cezayir ve Hindistan’a dek etkisini sürdürecek ve bu ülkeleri kaplayan Batı selini sürükleyip götürecektir.”

Atatürk, emperyalizmin ezberini bozan ilk ve tek doğuludur: Önce yetersiz insan gücü, yetersiz silah ve cephane, yetersiz bilgi, yetersiz para ve yetersiz moral gücüyle  sanayileşmiş, bilgili, zengin ve şımarık emperyalizmi yenmiş; sonra da ortaçağ kalıntısı, geri kalmış, yoksul, bağımlı, bilgisiz ve sağlıksız bir “ümmet” imparatorluğundan çağdaş bir “ulus” yaratmıştır.      

Atatürk, hiç abartısız önce bir vatan, sonra bir millet sonra da bu vatanda bağımsız yaşayacak millete çağdaş (uygar) bir gelecek hazırlamıştır.
Dünyanın hiçbir döneminde ve hiçbir yerinde bir millet için bu kadar çok şey yapan başka bir lider daha yoktur.
Özetlemek gerekirse Atatürk bu milleti iki kere kurtarmıştır: İlk kurtuluş; akılla-silahla-imanla-cesaretle- kazandığı Kurtuluş Savaşı, ikinci kurtuluş ise; akılla-kalemle-bilgiyle-azimle kazandığı Uygarlık Savaşı’dır.
Elimizde Yokluk ve Yoksulluk Var İsmet.

Atatürk, cumhuriyetin ilanından bir gün sonra 30 Ekim 1923’te İsmet Paşa’yı köşke davet ederek, ona ülkenin içinde bulunduğu durumu, Osmanlı’dan devralınan mirası anlatmıştır. Atatürk sözlerine, “Bize  geri,  borçlu, hastalıklı bir vatan miras kaldı. Yoksul bir köylü devletiyiz…” diye başlamıştır. 

Atatürk çok haklıdır….

Osmanlı’dan Cumhuriyete kalan miras, işgal altında bir vatan, bolca dış borç, yoksulluk, yoksunluk ve bir de bağnazlıktır.
İşte genç Türkiye Cumhuriyeti’ne 1923 yılı itibariyle Osmanlı’dan kalan miras:

♦  Nüfusun % 80’i kırsal bölgede yaşıyor. Bunun önemli bir bölümü yerleşik değil göçebe. 40 bin köyün 37 bininde ne okul var, ne posta ne de dükkan. 40 bin köyde yaklaşık 11 milyon insan yaşıyor. Bu insanların ancak % 2’si okur-yazar. 35.000 köyde okul yok. 1922 istatistiklerine göre 1950 köyde sığır vebası var. 
♦  Düşmanların tümüyle yaktığı köy sayısı 830. Yanan bina sayısı 114.408. Ülkeyi neredeyse yeniden kurmak gerekiyor.
♦  Dört mevsim kullanılabilir karayolu yok denecek kadar az. Kışın batağa dönüştüğü  için geçilmesi çok zor. 
♦  4.000 km kadar demiryolu var Anadolu’da. Bir metresi bile bizim değil. Üstelik yetersiz bir demiryolu ağı. Vatanın bütünlüğünü sağlamak için ülkenin kuzeyini güneyine, batısını doğusuna bağlamak lazım. 
♦  Denizciliğimiz acınacak durumda. Donanma, II. Abdülhamit döneminde Haliç’te çürütülmüş.
♦  Köylü topraksız.  Sabanı ve öküzü bile yok. Doğu’da, Cumhuriyetle de insanlıkla da bağdaşmayan aşiret, bey, ağa, şeyh düzeni var.  
♦  Her yerde tefeciler, spekülatörler, savaş zenginleri halkı eziyor.
♦  Çok az tarım mühendisi var. Güya tarım ülkesiyiz ama ekmeklik unumuzun çoğunu dışarıdan getiriyoruz. Sığır vebası hayvancılığımızı öldürüyor. 
♦  Tüm Türkiye’de sadece 337 doktor var. 150 kadar ilçede doktor yok. Doktor başına 30.000 kişi düşüyor. Sağlık memuru sayısı 434. Pek az şehirde eczane var.  Türkiye’deki toplam eczacı sayısı 60. 
♦  Salgın hastalıklar insanımızı kırıyor. Üç milyon insanımız trahomlu. Sıtma, tifüs, verem, frengi, tifo salgın halinde. Bit ciddi sorun. Nüfusumuzun yarısı hasta denebilir. Bebek ölüm oranı % 60’ı geçiyor. Ebe sayısı çok az. 40 bin köye karşılık diplomalı ebe sayımız 136. 
♦  Telefon, motor ve makine yok denecek kadar az. Teknolojiden yoksun bir ülkeyiz. Radyo ve sinema yok…
♦  Ekonomik hayatımız da içler acısı bir halde. Kapitülasyonlar belimizi bükmüş, tarım ilkel yöntemlerle yapıldığı için ve topraklar bilinçsiz kullanıldığı için üretim çok az. 
♦  Bütün sanayi ürünlerini dışarıdan alıyoruz. Şeker, un ve hatta kiremiti bile ithal etmek durumundayız. Avrupa’nın her çeşit malı için açık pazar halindeyiz. 
♦  Toplam sanayi kuruluşumuz 282. Ağırlığı gıda, dokuma ve deri sanayi oluşturuyor. Bu kuruluşlardaki sermaye ve emeğin sadece % 15’i Türklerin. Geri kalanlar yabancı ve azınlıkların. Madenler, limanlar ve demiryolları yabancıların elinde. 
♦  Osmanlı’dan bize kalan sadece dört fabrika var: Hereke İpek Dokuma, Feshane Yün İplik, Bakırköy Bez ve Beykoz Deri fabrikaları. 
♦  Sanayi gelişmemiş, iktisatçımız da çok az. Çoğu bilip okuduğu kavramların dışına çıkamıyor. Mühendisimiz olmadığı gibi ara elemanımız da yok.
♦  Elektrik yalnız İstanbul ve İzmir’in bazı kentlerde var.
♦  Yunanistan’dan gelen göçmen sayısı 400.000’i geçmiş. Göçmenlere ordunun yiyecek stoklarından yardım ediliyor.
♦  Zorunlu okuma yaşındaki çocukların ancak dörtte birini okutabiliyoruz. Halkın eğitimi ise hiç çözülmemiş bir sorun olarak duruyor. Erkeklerin % 7’si, kadınların %04’ü okuma yazma biliyor. Kürtler arasında okuma yazma oranı %01 bile değil. 
♦  Tüm ülkede 337.618 ilkokul öğrencisi var. Bu zorunlu öğrenim görmesi gereken çocuğun sadece dörtte biri. Ülkede toplam 4.770 ilkokul bulunuyor. Tüm ülkede sadece 153 ortaokul ve lise var. Ortaokullarda sadece 543, liselerde 230 kız öğrenci okuyor. Öğretmenlerin üçte biri öğretmenlik eğitimi görmemiş. Bizim okullarımızın azlığına ve niteliksizliğine karşın yabancıların çok sayıda nitelikli okulu var. 
♦  Medreseler askerden kaçma yeri ve bağnazlık yuvası durumunda. Hurafeleri din diye öğreten ve öğrencilere “salavatı tefriciye” çektiren bir anlayış egemen. Medreselerde Türkçe yasak. 
Ülkede sadece bir üniversite var. O da yüksek Medrese düzeyinde eğitim veriyor. Çağın gelişmelerine kapalı. Akıl ve bilim çoktandır unutulmuş.
♦  Halk kitap okumuyor. 1729’dan 1830 yılına kadar 100 yıl içinde Osmanlı’da basılan toplam kitap sayısı sadece 180. Aynı sürede Batı’da basılan kitap sayısı ise 90.000. Basının toplam tirajı 100.000’i geçmiyor. Gazeteler ve dergiler, sadece İstanbul ve İzmir gibi büyük kentlerde az sayıda okuyucu bulabiliyor. 
♦  Kitap yok, kütüphane yok, müze yok, tiyatro yok, sinema yok, radyo yok; halkı aydınlatacak, bilinçlendirecek, eğitecek kurumlar yok. Halk adeta kendi kaderine ve cami imamının, tarikat şeyhinin, Medrese ehlinin bilgisine ve insafına terk edilmiş durumda.
♦  Halk müziğe, heykele, tiyatroya, sinemaya, baloya, sanata, spora çok uzak. 
♦  Halkta tarih bilinci yok. Tarih denince peygamberlerin ve padişahların hayat öyküleri anlaşılıyor. Bir çok tarihi eserler yurt dışına kaçırılmış. Antik tarihten ve Arkeolojiden anlayan insan sayısı bir elin parmakları kadar.
♦  Türkçe ihmal edilmiş, sözcükler unutulmuş.  Türkçe Türkçeliğini yitirdiği için dilin adına Osmanlıca denilmiş. 600 yıldan fazla bir zaman içindeki özensizlik nedeniyle Arapça-Farsça ve Fransızca Türkçeyi adeta istila etmiş. Dahası eklemeli ve sesli harf sayısı çok fazla bir dil olan Türkçe, Türkçeye hiç uymayan çekimli ve sesli harf sayısı çok az bir dil olan Arapçanın alfabesiyle yazılmaya çalışılıyor. 
♦  Kadınlar ikinci sınıf, medeni, sosyal ve siyasal haklardan yoksun. Kadın erkek eşitliği yok. Bir gün kadınların da erkeklerle eşit haklara sahip olacakları, avukatlık, hakimlik, pilotluk, profesörlük, milletvekilliği, atletizm yapabileceklerini hayal bile etmek mümkün değil. 
♦  Bir çok tarikat hayata yöne vermeye çalışıyor. Mezhep çatışmaları hat safhada. Falcılar, büyücüler, şeyhler, şıhlar ayrıcalıklı konumda. Din istismarı çok yaygın.
♦  600 yıl boyunca Türkler ihmal edilmiş. Yönetim dönme devşirmelere bırakılmış.  Türkler, devlet yönetiminden dışlanmış, sadece köylü, çiftçi ve asker olabilmiş. Bu nedenle de kimliğini, kişiliğini ve kendine güvenini kaybetmiş.  
♦  Hukuk sistemi, yargı sistemi, anayasal düzen, hatta takvim, saat, ölçüler bile çağa uymayan bir durumda. Kılık kıyafet, “ne milli ne beynelmilel”, gülünç durumda…
♦  Biat kültürü hakim, 600 yıldan fazla devam eden saltanat sistemi içinde halkın kaderi hep padişahın iki dudağı arasında olmuş. Padişah “rai” (çoban) mantığıyla “reaya”(sürü) diye gördüğü halkı gütmüş. Saray, devlet adamları, din adamları, gayrimüslim zenginler ayrıcalıklı “havas” yani üstün sınıf, Müslüman Türk halkı ise alt tabaka, yani “avam” olarak görülmüş. 
♦  İşte Cumhuriyet mucizesi bu korkunç tabloyu çok kısa bir sürede tamamen tersine çevirmiştir. Bu yokluk, yoksulluk ve geri kalmışlık içinde Atatürk ve çevresindeki “devrimci kadro”, sadece 15 yıl gibi çok kısa bir sürede dünyaya parmak ısırtacak bir başarıya imza atmıştır.
♦  Üstelik ATATÜRK Cumhuriyet mucizesine imza atarken, ilk on yıl içinde bir büyük isyan (Şeyh Sait İsyanı), irili ufaklı çatışmalar, iki kısmı seferberlik ve bir büyük dünya krizi yaşanmıştır. Kısıtlı bütçesine rağmen yabancılardan çok fazla borç almadan kalkınmayı başarmıştır. Cumhuriyet, İzmir İktisat Kongresi’yle başlayan kalkınma sürecinde denk bütçe, açık diplomasi, “yurtta barış dünyada barış” ilkeleriyle hareket etmiştir. Milletler Cemiyeti’ne ancak davet edilince girmiştir. Bu dönemde % 10 kalkınma hızı, %20 sanayileşme hızı yakalamıştır. Son beş yılda ise, bir büyük isyan (Dersim İsyanı) ve irili ufaklı çatışmalar, Hatay ve Boğazlar sorununa rağmen Devletçi ekonomiyle ve kalkınma planlarıyla fabrikalarını, demiryollarını, bankalarını kurmuş ve büyük bir hızla sanayileşmiştir. Halkçılık ilkesi doğrultusunda halkevleri, halkodaları, köy öğretmen okulları, köy okulları, millet mektepleri, enstitüleri, yüksek okulları ve üniversitesini kurarak halkı bilinçlendirmiştir. 15 yıl gibi kısa bir sürede, ortaçağ kalıntısı geri kalmış bağımlı bir toplumdan çağdaş bir ulus yaratılmıştır. Neresinden bakarsanız bakınız bunun adı Atatürk ve Cumhuriyet Mucizesi’dir.

İşte Atatürk ve Cumhuriyet mucizesinin kısa bir bilançosu:

♦  Kurtuluş Savaşı boyunca “milli egemenlik” ilkesi doğrultusunda hareket eden, emperyalist kuşatmayla çevrilmiş ve demokrasi geleneği olmayan bir ülkede“ille de meclis, önce meclis” diyerek milletin temsilcilerinden oluşan TBMM’yi açan, bütün bir ölüm kalım savaşını bu halk meclisiyle birlikte yürüten, daha sonra “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” diyerek 600 yıllık Osmanlı saltanatını yıkan, siyasal kültürü artırmak için bir siyasi parti kuran (CHP), Cumhuriyeti ilan eden, hilafeti kaldıran ve kadınlara seçme seçilme hakkı veren ve iktidarı denetlemek için bir parti daha kurup (SCF) demokrasinin alt yapısı hazırlayanAtatürk böylece, 600 yıldan fazla bir zamandır sultanlar-padişahlar-halifeler tarafından “rai” (çoban), “reaya” (sürü) mantığıyla güdülen bir “kul” kitlesinden, özgür iradesiyle kendi kaderini kendisi belirleyen “bireyler” yaratmıştır. Cumhuriyet sayesinde kul bireye, ümmet millete dönüşmüştür. Bu gerçek anlamda“devrimci” bir  dönüşümdür. İslam dünyası bugün hala Atatürk’ün yüzyılın başında yaptığı bu dönüşümü yapamamanın sıkıntılarını çekmektedir. İki dünya savaşı arasında meclisleri açık olan ve bir şekilde demokratik işleyişe sahip olan ülke sayısı Avrupa’da 5 Amerika’da 5 olmak üzere toplam 10 ülkedir. Türkiye de bu ülkelerden biridir. Dünya’da, 1920’de sadece 35 anayasal ve seçilmiş hükümet varken, bu sayı 1938’de 17’ye düşmüştür. 1944’de ise tüm dünyadaki 64 ülkenin sadece 12’si meclise ve anayasal düzene sahip, demokrat olarak adlandırılabilecek ülkelerdir. Türkiye de bu ülkelerden biridir. Türkiye, KADINLARA SEÇME SEÇİLME HAKKI VERME konusunda İslam dünyasında “1.”, Avrupa’da “7.”, Dünya’da “12.” sıradadır. Demokrasi ve kadın hakları konusunda oldukça geri kalmış bir İslam ülkesi olan Türkiye’nin bu başarısı, kelimenin tam anlamıyla göz kamaştırıcıdır. Avrupa’da faşist diktatörlüklerin kol gezdiği bir ortamda Atatürk demokrasiyi, “İnsan ırkının ümidi” ve “daima yükselen bir deniz” olarak adlandırmış ve bu doğrultuda Türkiye’yi demokrasiye hazırlamıştır. Nitekim bu hazırlıklardan sonra Türkiye 1946’da çok partili hayata 1950’de de demokrasiye geçmiştir. 
♦  Atatürk, 600 yıldır Türkleri “etrak-ı bi idrak” diye merkezden çevreye dışlayan, onları çiftçi-köylü ve asker yapan, devlet yönetimini tamamen Hıristiyan-Yahudi-dönme-devşirme-soylu unsurlara bırakan, Kürtleri kullanma karşılığında onların aşiretleşmelerine ve fedaileşmelerine izin veren zihniyete son veripTürkleri yüzyıllar sonra yeniden çevreden merkeze taşımıştır. Cumhuriyetle Türklere devlet kapıları yeniden açılmış, ülke yönetimi saltanat soylularının elinden alınarak halka verilmiştir Cumhuriyetle birlikte, yüzyıllar sonra ilk kez bu ülkede dönme-devşirme-saltanat soylusu olmayan sıradan halk kitleleri başbakan, cumhurbaşkanı ve bakan olabilmişlerdir. Yakın tarihimizde, Süleyman Demirel, Turgut Özal, Abdullah Gül, Tayyip Erdoğan gibi “halkın içinden gelmekle” övünen kişilerin ülke yönetiminde söz sahibi olmalarının tek nedeni Atatürk’ün ve Cumhuriyetin Osmanlı’nın dönme-devşirme-soylu saltanatına son vermiş olmasıdır. Ama Atatürk ve genç Cumhuriyet sayesinde bakan, başbakan ve cumhurbaşkanı olan bu kişiler, Atatürk Cumhuriyeti’ni “jakoben” (tepeden inmeci) ve “seçkinci” olarak adlandırmışlar, kendilerini Osmanlı sultanlarıyla özdeşleştirmişlerdir. Akıl tutulması bu olsa gerekir. Türk Tarih Kurumu’nu, Türk Dil Kurumu’nu, Ankara Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’ni kurmuş, Türk Tarih Tezi’ni ve Türk Dil Tezi’ni geliştirip Türkçenin yapısına uygun Yeni Türk Harflerini (Göktürk- Etrüsk- Latin Harfleri) kabul etmiş, Türk ağızlarında tarama ve derleme çalışmalarıyla unutulmaya yüz tutmuş Türk dilini yeniden açığa çıkarmış, böylece Osmanlı’da tarihini, dilini, dolayısıyla kimliğini ve kişiliğini kaybetme noktasına gelen Türklere yeniden dilini, tarihini; kısaca milli kimliğinianımsatmıştır. “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” diyerek de Türkiye’deki herkesi, ırkına, cinsine, dinine bakmaksızın“Türk milleti” diye adlandırmıştır. 
♦  Atatürk, 1928’de Yeni Türk Harflerinin kabul edilmesinin ardından Millet Mekteplerini açtırmıştır. Ülke genelinde toplam 54.050 Millet Mektebi açılmıştır.Bunun 18.589’u şehirlerde, 35.46’sı köylerdedir. Bu okullarda toplam 46.000 öğretmen görev almıştır. 1929-1934 arasındaki 5 yıl içinde Millet Mekteplerine devam eden 2.305.924 kişiden 1.124.926 kişi yeni yazıyı öğrenip diploma almıştır. Millet Mektepleri’nde 1929-1936 tarihleri arasında ise 2.546.051 kişi yeni yazıyı öğrenerek diploma almıştır. Millet Mekteplerinde hiç okuma yazma bilmeyen 458.000 köylü kadından 152.968’ine okur-yazarlık belgesi verilmiştir. Türkiye’de 1927 yılında okuma-yazma oranı erkeklerde % 7 kadınlarda % 04 iken, Harf devriminden 7 yıl sonra, 1935 nüfus sayımına göre (toplam 17 milyon) okur-yazarlık oranı % 19.2’ye yükselmiştir. Bu oran, Harf devrimi öncesinin neredeyse iki katıdır. Okuma-yazma oranı sürekli artarak1940-41’de % 22,4’e yükselmiştir. Neresinden bakılırsa bakılsın bu artış bir dünya rekorudur. Köy eğitmenleri projesiyle Anadolu’nun en ücra köşelerine kadar genç ve idealist öğretmenler gönderilmiş, bu öğretmenler köylülerle birlikte kurdukları okullarda köy halkına hem okuma-yazma öğretmiş, hem bilim, sanat, kültür,  konularında temel bilgiler vermiş, hem de tarım, hayvancılık, bağcılık ve bahçecilik, el sanatları gibi konularda halkı eğitmiştir. 1940’ların ortalarına kadar7000 köye okul götürülmüştür. Atatürk döneminde okul ve öğrenci sayılarında büyük bir artış görülmüştür. 1924-1936 yılları arasında ki 12 yılda ilkokul sayısı % 25’lik bir artışla 4.894’ten 6.112’ye çıkmış; 1936-1946 yılları arasındaki 10 yılda ise bu sayı % 146’lık bir artışla 6.112’den 15.009’a çıkmıştır. Öğrenci sayısındaki artış ise ilk dönemde % 92, ikinci dönemde ise % 114’tür. İsmail Hakkı Tonguç’un verdiği bilgilere göre bu ikinci dönemde asıl artış köylerde olmuştur. Bu dönemde okul sayısındaki artış % 185, öğrenci sayısındaki artış ise % 119’dur.
♦  Atatürk, tekkeleri, zaviyeleri ve türbeleri kapatarak, tarikatlara son vererek, falcılık, büyücülük, üfürükçülük ve din istismarıyla mücadele ederek, hurafelerin bataklığında debelenen bir topluma “gerçek dini” göstermek için çok ciddi adımlar atmıştır. Softalıkla, yobazlıkla mücadele etmiştir. Dine ve dindara değil, dinciye ve din oyunu aktörlerine karşı gelmiştir. Halkın dini gerçekleri hiçbir aracıya ihtiyaç duymadan anlaması için kutsal kitap Kuran-ı Kerim’i vesağlam hadis kaynaklarını Türkçeye tercüme ettirmiştir. Elmalılı Hamdi Yazır’ın Kuran tefsir ve tercümesini ve Buhari’nin Hadis Kaynağını on binlerce takım bastırarak ülkenin dört bir yanına ücretsiz olarak dağıttırmıştır. 1924 yılından 1950 yılına kadar 352.000 takım dini kitap bastırılmış ve yurdun en ücra köşelerine kadar dağıtılmıştır. Bu kitapların dağılımı şöyledir: 45.000 adet Kuran-ı Kerim tercüme ve tefsiri (19’ar cilt), 60.000 adet Buhari Hadisleri tercüme ve izahı (12’şer cilt), 247.000 adet din kültürü eserleri… Şeri bir imparatorluk olarak bilinen Osmanlı’da 1400 ile 1730 yılları arasında, yani yaklaşık 300 yıllık bir dönemde telif olarak 14 tefsir, 48 fıkıh, 25 akit ve kelam, 11 ahlak, 44 değişik konular ve sadece 1 tane de hadisle ilgili kitap yazılmıştır. Yani Osmanlı’da yaklaşık 300 yıl boyunca din içerikli toplam 143 eser yazılmıştır. Görüldüğü gibi kimilerince “dinsizlikle” suçlanan genç Cumhuriyet’in dini konularda ortaya koyduğu eser sayısı “dindar” diye adlandırılan Osmanlı’da 300 yılda ortaya koyulan eser sayısından katbekat fazladır: 300 yılda sadece 143 dini esere karşılık, 25 yılda 352.000 takım dini eser… Kimin daha dindar olduğuna siz karar verin!...
♦  Atatürk, dünya işlerini dinsel ilkelere göre değil, çağdaş hukuka, akıl ve bilim ilkelerine göre halletmek için şeri hukuka son vermiş, din adamlarıyla devlet adamlarının yetki ve sorumluluk alanlarını ayrıştırmıştır. Bir taraftan dinle dünya işlerini birbirinden ayırırken, diğer taraftan “Kimsenin inanışına engel olunamaz… Biz düşünceye ve inanışa saygılıyız…” diyerek inanç ve ibadet özgürlüğünü anayasal güvence altına almıştır. Tarikatların, cemaatlerin, din istismarcılarının dini kendi kontrollerine almalarını engellemek için Diyanet İşleri Başkanlığı kurmuştur. Türk çocuğunun dinini-diyanetini doğru bir şekilde öğrenmesi için çalışmalar yaptırmış, köy okullarında din dersleri devam etmiş, bu derslerde 3. ve 4. sınıflarda “Cumhuriyet Çocuğunun Din Dersleri” adlı ders kitapları okutulmuştur. Atatürk, okullarda okutulan ve bazı bölümlerini bizzat kaleme aldığı Medeni Bilgiler ve Tarih II kitaplarında, “dinler” ve “İslam tarihi” konusunda eleştirel bir yaklaşım ortaya koyarak gençlerin “din” konusuna bile “akılcı” ve “eleştirel” bir gözle yaklaşmalarına zemin hazırlamıştır. 1924 tarihliTevhid-i Tedrisat Kanunu’na göre İstanbul Darülfünun’u bünyesinde bir İlahiyat Fakültesi kurulmasına karar vermiştir. Üniversite Reformu’ndan sonra bu kurum Yüksek İslam Enstitüsü’ne dönüştürülmüştür. Camiler açık olmuş, ezanlar susmamış, ibadet devam etmiş, dini bayramlar bütün coşkusuyla kutlanmıştır. Dahası, camisi olmayan veya Kurtuluş Savaşı yıllarında camisi yıkılan köylere ve kentlere bizzat Atatürk cami yaptırmıştır. Örneğin,Eskişehir’in Mihalıççık köyündeki tarihi bir cami, Atatürk’ün verdiği 5000 lirayla yeniden yaptırılmıştır. 
♦  Atatürk, Müslüman Türk milletini dünyanın gözü önünde gülünç duruma düşüren ve Batı’nın Türklere yönelik aşağılamalarına “görsel meşruiyet” kazandıran, çağın ve hayatın gerisinde kalmış, Türk kültürüyle uzaktan yakından hiçbir ilgisi olmayan garip kılık kıyafeti çıkarttırarak, bütün medeni dünyada kullanılan çağdaş kılık kıyafeti giydirmiştir. Atatürk, “Şapka giydirdim ki, başa giyilen şeyle din değiştirilmeyeceğini anlasınlar…” diyerek şapka devriminin bir gardırop meselesi değil bir zihniyet meselesi olduğunu anlatmak istemiştir. Türkiye’de tek bir Allah’ın kulu şapka giymediği için idam edilmemiş ve cezalandırılmamıştır. İstiklal Mahkemesi, şapka devrimine karşı kışkırtıcılık yapan, halkı isyana teşvik eden sadece 27 karşı devrimciye idam kararı vermiştir. “Tük kadını tefritten ve ifrattan kaçınmalıdır” diyen Atatürk, kadınların kılık kıyafeti konusunda hiçbir yasal yaptırıma gitmemiştir. Yalnızca kadınların bilinçlendirilmesi ve yerel yönetimlerin bu konudaki tavsiye niteliğindeki kararlarıyla yetinmiştir. CHP’nin kadınların çarşaflarını, peçelerini, başörtülerini zorla çıkarttırdığı kocaman bir Cumhuriyet tarihi yalanıdır. 
♦  Atatürk, çağdaş dünyayla ekonomik, kültürel ve siyasi ilişkileri arttırmak için çağdaş dünyanın kullandığı alfabe, takvim, saat, ölçü, hafta sonu tatilinikabul etmiştir. Böylece içe kapalı Türkiye, özellikle ticarete, kültürde ve siyasette çağdaş dünyaya açılmıştır. Bu bakımdan Atatürk Cumhuriyeti’nin “statükocu”, “içe kapalı” olduğu iddiası kocaman bir Cumhuriyet tarihi yalanıdır.
♦  Atatürk, çağın şartlarına ve hayatın gerçeklerine uymayan, modası geçmiş eski hukuk sistemini büyük oranda değiştirerek çağdaş dünyanın kullandığızamana ve hayata uygun hukuk sistemini kabul etmiştir. Böylece kadın haklarını sınırlandıran Mecelle’nin yerine Türk aile yapısına uygun İsviçre Medeni Kanunu kabul edilmiş, bu kanunla Türk kadınlarına sosyal, kültürel ve ekonomik haklar tanınmış; çok kadınla evlilik yasaklanmış, resmi nikah zorunlu hale gelmiş, kadının kocasını boşamasının ve kız çocuklara miras bırakılmasının önü açılmış, kadının çalışmasını ve sosyal hayata katılmasını engelleyen ortaçağ kalıntısı zihniyete büyük bir darbe vurulmuştur. Türk Ceza Kanunu İtalya’dan alınmıştır. Ancak, bu kanun bazılarının iddia ettiği gibi Faşist Musolini’nin ceza kanununun çevirisi değildir, bizim aldığımız ceza kanunu 1889 tarihli İtalyan Ceza Kanunu’nun çevirisidir. O dönemde dünyadaki en ileri ceza kanunu budur. Her alanda çağdaş hukuka geçilip eski hukuk kökünden sökülüp atılarak Osmanlı’daki hukuk karmaşasına son verilmiştir. Ankara Hukuk Mektebiaçılarak çağdaş Türk hukukçuları yetiştirilmiştir.
♦  Atatürk, Tevhid-i Tedrisat Kanunu’yla yamalı bohça görünümündeki çok başlı eğitim sistemine son vererek eğitim öğretimi birleştirmiştir. Böylece çağın gerisinde kalan, uzun bir dönemdir kapılarını akıl ve bilime kapatan Medreseler kapatılmıştır. Türkiye’deki  yabancı okullar kapatılmış, azınlık okulları Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanarak denetlenmiş, bu okullarda Türkçenin okutulması zorunlu kılınmıştır. Böylece, yabancı okullar (misyoner okulları), azınlık okulları, 19. yüzyılda açılan çağdaş okullar ve eski usul eğitim ve öğretim veren mektep ve medreseler arasında bocalayan gençlerin çağdaş, milli ve laik bir eğitim alabilmelerinin yolu açılmıştır.   
♦   Atatürk, bilgi üretemeyen, harf devrimi yapıldığında “Latin harfleriyle yazacağıma kalemimi kırarım” diyen, “Okul bahçesinde fotoğraf çektirmenin günah olduğunu” söyleyen hocaların görev yaptığı yüksek medrese görünümündeki Darülfünun’u kapatarak Nazi baskısından kaçan bilim insanlarının da istihdam edildiği İstanbul Üniversitesi’ni açtırmıştır. İstanbul Üniversitesi, 1930’lu yılların dünyasındaki en önemli üniversitelerden biridir. İstanbul Üniversitesi’nde görev alan yabancı bilim insanları arasında kendi alanlarında dünyaca ünlü çok sayıda bilim insanı vardır: İktisat profesörleri W. Röpke, A. Rüstow, G. Kessler, F. Neumark; kimya profesörleri F. Arndt, F. Haurowitz, E. M. Alsleben; tıp profesörleri P. Schwartz, R. Nissen, A. Eckstein; müzik profesörleri P. Hindemith, C. Ebert, E. Zuckmayer; hukuk profesörü E.Hirsh; kent bilimci Prof. E. Reuter… bunlardan sadece birkaçıdır. Dünyanın en önemli fizikçileri, matematikçileri, müzikologları, Sümerologları, Hititologları, antropologları İstanbul Üniversitesi’nde istihdam edilmiştir.
♦  Atatürk, Türkiye’nin dört bir yanında Halkevleri-Halkodaları açtırarak, yüzyıllardır cahil bırakılmış, eğitimle, sanatla, kültürle, bilimle bütün bağları koparılmış Anadolu insanı her konuda aydınlatmaya çalışmıştır. Anadolu’nun en ücra köşesine kadar yayılan Halkevleri-Halkodaları uygulaması, Türkiye’de gerçek anlamda bir Anadolu Rönesansı başlatmıştır. Halkevleri-Halkodaları sayesinde Anadolu insanı eğitimle, sanatla, bilimle, kültürle, sporla tanışmıştır.Batı’dan yaklaşık 400 yıl kadar sonra Anadolu insanı ilk kez okuma-yazma öğrenmiş, tiyatro izlemiş, müzik dinlemiş, kitap okumuş, sergi gezmiş, heykel ve resim görmüş, dans etmiş, spor yapmış, kadınlı erkekli toplantılara katılmış, birlikte öğrenmiş ve birlikte eğlenmiştir. Anadolu’nun en ücra köşelerine kadar ulaşan Halkevleri, çölde bir vaha misali Anadolu bozkırına can vermiştir. 1932’de 24 Halkevi ve 34.000 üyesi vardır. Aradan geçen altı yıl sonra,1938’de ise bu rakam 209 Halkevine ve erkek-kadın 100.000’den fazla üyeye ulaşmıştır. 1936 yılında 103 Halkevi çatısı altında çeşitli etkinliklere katılan insan sayısı 2 milyon 100 bin’dir. 
♦  Atatürk aşiret ve tarikat kıskacındaki Doğu halkını rahatlatmak için toprak reformu yapmak istemiş, bu yönde ilk adımları da atmıştır. 1934 yılında çıkartılan İskan Kanunu’yla yoksul köylüye toprak dağıtılmıştır. Genç Cumhuriyet 1923-1938 arasında toplam, 246.431 aileye toplam 9.983.750 dekar toprak dağıtmıştır. Atatürk’ün, Doğu’daki ağa-şeyh-aşiret-tarikat yapılanmasını yok ederek halkı özgürleştirmek için attığı bu önemli adım, emperyalizmin kontrolünde halkı sömüren feodallerin tepkisiyle karşılaşmış ve Doğu Anadolu’da genç Cumhuriyete karşı Ağrı ve Dersim isyanları patlak vermiştir. 
♦  Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nın hemen ardından 17 Şubat 1923’teki İzmir İktisat Kongresi’yle Türkiye’nin ekonomik kalkınmasını başlatmıştır. 1923-1929 arasındaki liberal ekonomi denemesi 1929’daki dünya ekonomik krizinin ardından terk edilerek 1930-1938 arasında Planlı Devletçilik (Karma Ekonomi)benimsenmiştir. 1927’deki Teşvik-i Sanayi Kanunu ve 1929’daki gümrük tariflerinin kontrolüyle canlanan ekonomi, Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın ardından başlayan ağır sanayi hamlesiyle dosta düşmana parmak ısırtacak bir başarı elde etmiştir. Osmanlı’dan sadece 4 fabrika miras kalan genç Cumhuriyet, 1926-1938 arasında Türkiye’nin değişik bölgelerinde 28 fabrika kurmuştur. Bu fabrikalarda işçi hakları en üst düzeyde tutulmuş, işçiler ve yöre halkı için sosyal imkanlar sağlanmıştır. Bu fabrikalar aynı zamanda birer kültür kumudur. 1929-1938 arasında ağır sanayi üretimi % 152 artarken toplam sanayi üretimi % 80 artış göstermiştir. Artış kömürde % 100, kromda %  600, diğer madenlerde % 200 olurken, demir üretimi sıfırdan 180.000 tana çıkmış, şeker üretimi 200 misli artmıştır, 1930 yılında Türk Parası’nın Kıymetini Koruma Kanunu ve yine aynı yıl Merkez Bankası’nın kuruluşu çerçevesinde, TL’nin sterlin, ABD doları ve İtalyan lireti karşısındaki değeri yükselmiştir. Ulusal bankaların sayısı giderek artmıştır. Ülke genelinde 1924'de 19 ulusal banka varken (15’i yabancıların) 1938'de bu sayı 39'a yükselmiştir (9’u yabancıların). 1923 yılında İthalat ihracat arasındaki fark (-60) iken, başarılı ekonomik politikalar sonunda 1938’de bu fark (-5)’e düşmüştür. 1929 dünya  ekonomik krizine rağmen 1924-1938 arasındaki büyüme hızı % 10’un altına düşmemiştir. Enflasyonsuz büyüme gerçekleştirilmiş, GSMH  3 katına, kişi başına milli gelir 2 katına çıkmıştır. 1923-1938 arasında 11 yıl boyunca gelir gider eşitliği sağlanmış (denk bütçe), 3 yıl gelir giderden fazla olmuştur. 1938’e gelindiğinde Merkez Bankası’nda 36 milyon dolar döviz, 26 ton altın vardır.Artık şeker, çimento, kereste ve deri ürünlerinde milli ihtiyacın tamamı, yünlü dokumada % 83’ü, pamuklu dokumada % 43’ü, kağıtta % 32’si, camda ve cam eşyada % 63’ü milli üretimle karşılanmaktadır. 1938’de devletin Osmanlı borçlarından başka borcu yoktur. 
♦  Atatürk, ülkenin dört biryanını demiryolu ağlarıyla birbirine bağlamıştır. Osmanlı’dan Cumhuriyete, yabancıların kontrolündeki 4.112 km demiryolu miras kalmıştır. 1928-1938 arasında bu demiryollarının 3.387 kilometrekaresi satın alınarak milleştirilmiştir. 1923’de 4.112 kilometre olan demiryolu uzunluğu, 1938’de 7.132 kilometreye ulaşmıştır. Yani Osmanlı’nın son 150 yılında üstelik tamamen yabancılara yaptırıp işlettiği demiryoluna yakın uzunlukta bir demiryolu ağını genç Cumhuriyet 10 yılda kendi imkanlarıyla yapmıştır. Üstelik Cumhuriyetin demiryolları, ülkenin doğusuyla batısını, kuzeyiyle güneyini eksiksiz birbirine bağlayan çok daha işlevsel niteliktedir. 1938’den günümüze kadar geçen 73 yılda yaklaşık, 1500 kilometre demiryolu yapıldığı göz önüne alınırsa, AtatürkCumhuriyeti’nin demiryolu konusundaki başarısı çok daha iyi anlaşılacaktır. Atatürk, yol olmadığı için adeta kaderine terk edilmiş durumdaki köyleri merkeze bağlamak amacıyla köy yollarının yapımına ve onarımına büyük önem vermiştir. Bu doğrultuda çok kısa bir zamanda adeta bir dünya rekoru kırılmış ve 1923-1926 yılı arasında 27.850 km köy yolu açılmış onarılmış ve düzeltilmiştir.
♦    Atatürk, 1926 yılında Teyyare ve Motor Türk AŞ.’yi kurdurmuştur.  1928’de Kayseri’de  bir  Uçak Fabrikası kurularak üretme başlamıştır. Fabrika, Alman Junkers firmasıyla birlikte 1938 yılına kadar 15 adet Junkers A 20 Uçağı, 15 adet ABD Havk Muharebe Uçağı, 15 adet Gotha İrtibat Uçağı üretmiştir. Kayseri Uçak Fabrikası’nda toplam 112 uçak üretilmiştir.  Fabrika yurt dışından bile uçak siparişi almıştır.  Fabrika, 1939 yılından itibaren uçak üretimine  son vererek sadece Hava Kuvvetleri’ne ait uçakların bakım ve onarım işlerini yapmaya başlamıştır. 1925 yılında Vecihi Hürkuş, her şeyi ile yüzde yüz ilk Türk uçağını yapmıştır. 1936 yılında Nuri Demirağ, İstanbul Uçak Fabrikası’nı kurmuştur. Nu 37 koduyla uçak üretimine başlamıştır. Bu uçaklardan 24 adetüretilmiştir. 
♦   Atatürk, Türk insanının belini büken amansız hastalıkların kökünü kazımıştır. Sağlık bakanlığına bağlı bir avuç idealist Cumhuriyet doktoru, sıtma, verem, tifüs, frengi, cüzzam ve trahom gibi salgın hastalıklarla mücadele etmiş ve bu hasatlıkları büyük oranda etkisiz hale getirmiştir. 1924 yılında 150 ilçede Muayene ve Tedavievi açılmıştır. Hastane sayısı 1940’ta 198’e ulaşmıştır. 1926’da Manisa ve Elazığ’da Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastaneleri, Ankara ve Konya’da Doğum ve Çocuk Bakımevleri açılmıştır  Adana, Malatya, Antep, Kilis, Besni de Trohom Savaş Hastaneleri açılmıştır. Adana, Gaziantep, Malatya, Urfa ve Maraş’taki mücadele sırasında toplam 120 yataklı trahom hastaneleri kurulmuş ve yalnızca 1934 yılında müracaat eden 87.000 kişiden 2.215’i tedavi, 4.318’i ameliyat edilmiştir.  1925-1931 arasında ülke genelinde 40.000 trohomlu tedavi edilmiştir. Adana’da Sıtma Enstitüsü hizmete girmiştir. Değişik bölgelerde 11 Sıtma Dispanseri kurulmuştur. 1931 yılına kadar 2 milyon hasta tedavi edilmiştir. 1924-1938 arasında 17 milyon sıtmalı kontrolden geçirilmiştir, 5 milyonu tedavi edilmiştir, 350 kilometrekare bataklık kurutulmuştur. 1000 km kanal açılmıştır. çıkmıştır. Sıtmayla mücadele konusundaki bu büyük başarının dünyada eşi benzeri yoktur. 1922’de 22 olan Kızılay Dispanseri sayısı 1932’de 339’a, yatak sayısı ise 189’dan 1318’e çıkmıştır. 1960 yılına gelindiğine ülke genelinde doktor sayısı 9.826’ya, hemşire sayısı 2420’ye, ebe sayısı 3126’ya çıkmıştır.  1922’de 1.950 köyde sığır vebası vardı. 1932’de sığır vebası tamamen önlenmiştir. 
♦   Atatürk, Türk insanına sanatı, sanatçıyı, tarihi, kültürü, sporu, çevreyi sevdirmiştir. Halkevleri aracılığıyla resim, heykel, müzik, tiyatro, sinema gibi sanatların Anadolu’nun dört bir yanına yayılmasını sağlamıştır. Yetenekli gençleri Avrupa'ya resim, müzik öğrenimi için göndermiştir Böylece Cemal Reşit Rey, Ulvi Cemal Erkin, Adnan Saygun gibi kompozitörler; Çallı İbrahim, Namık İsmail gibi ressamlar yetişmiştir. 1937’de Türkiye’deki ilk resim galerisini, Resim ve Heykel Müzesi’ni açmış, İbrahim Çallı başta olmak üzere dönemin Türk ressamlarıyla ilgilenmiş, İlk Türk operasının (Özsoy) hazırlanması için ünlü müzisyen Adnan Saygun'u görevlendirmiş, Cemal Reşit Rey'e de ilk konservatuarı kurdurmuştur. Türk müziğinin araştırılmasını sağlamış, çok sesli müziğin tanınıp dinlenmesi için mücadele etmiştir. Kulakları çok sesli Alafranga müziğe alıştırmak için bir süre çok sevdiği Alaturka müziği yasaklamıştır. Cumhurbaşkanlığı Orkestrası’nı kurdurmuştur. Şehir tiyatrolarının yurdun en ücra köşelerine kadar turneler düzenleyerek halka temsiller vermesini sağlamıştır. Eski Türk oyunlarının yeniden hatırlanmasını ve oynanmasını istemiştir. Mevlana, Yunus Emre, Karacaoğlan’ın hatırlanmasını ve anılmasını; Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim, Mimar Sinan, Piri Reis gibi Türk büyükleri hakkında bilimsel araştırmaların yapılmasını ve bu kişilerin heykellerinin dikilmesini istemiştir. Nitekim Piri Reis hakkındaki ilk bilimsel araştırmalardan birini Manevi kızlarından tarihçi Afet İnan’a yaptırmıştır. Arkeolojiye, eski eserlere ve müzelere önem vermiş, Anadolu’nun köklü tarihinin sergilendiği müzeler açtırmıştır. Radyo yayınlarınıbaşlatmış, sinemanın yayılmasına önayak olmuştur. Güreş, atletizm, havacılık, yüzme sporlarının gelişmesini, dahası bu branşlarda Türk kadın sporcuların yetişmesini sağlamıştır. Ankara’da Millet Bahçesi’nde bir Milli Sinema kurumuş orada halka açık filimler gösterilmiştir. Bireysel olarak da sinemayla ilgilenmiş, fırsat buldukça film izlemiş ve dahası, Kurtuluş Savaşı’nı anlatan bir film senaryosu yazmıştır. Atatürk, başta Ankara Orman çiftliği olmak üzere Türkiye’nin değişik yerlerinde kurduğu “örnek çiftliklerle” modern tarım-ileri hayvancılık yapılan ve biyoyakıt kullanılan çevreci bir Türkiye yaratmak istemiştir. Orman Çiftliği’ne 3 yılda 150 bin, Yalova-Termal arasındaki yola ise 2250 ağaç diktirmiştir. Yalova’da bir çınar ağacağının dalını korumak için ağacın hemen yanındaki köşkünü altına ray döşeterek birkaç metre yana kaydırmıştır. O günden sonra o köşke “yürüyen köşk” adı verilmiştir.

İşte Atatürk’ün  aklıyla, iradesiyle yarattığı Cumhuriyet mucizesinin çok kısa bir bilançosu…

İşte günümüzde kimilerince küçümsenmeye, sıradanlaştırılmaya, unutturulmaya çalışılan Atatürk gerçeği, Atatürk mucizesi…

Elinizi vicdanınıza koyup söyleyin haksız mıyım? “Cehalette boğulup sıtmadan ölmediysek eğer bunu O’na borçluyuz.” derken haksız mıyım?...,

Sinan MEYDAN


29 EKİM 2011