15 Eylül 2020 Salı

Arda Uskan'dan... Metin Oktay ile son gece...

 Arda Uskan yazısı 15.09.2010


Metin Oktay kuşkusuz Türk futbol tarihinin gerçek kralıydı... Ve onu bundan tam 19 yıl önce, 13 Eylül'de sabaha karşı bir trafik kazasında kaybettik.

Kendi kullandığı arabayla Boğaz Köprüsü'nün bariyerlerine çarpmıştı. Ardından uzun süre 'alkollüydü, alkolsüzdü' tartışmaları yapıldı ama hiç biri önemli değildi. Bildiğim tek şey o güzelim adamın birkaç saniye içinde aramızdan çekip gittiği... Bildiğim bir başka şey de öldüğü gece yaşananlar... Onunla son geceyi belki de son dakikalarını birlikte geçirmiştik. Ben, sanatçı dostum gitarist Tarık Öcal ve onun orkestra arkadaşı Pepe...
O akşam el ayak çekildikten sonra Ziya Bar'a uğramıştım. Çok geç kalmıştım aslında.
İçeride kimseler yoktu. Tarık ve Pepe enstrümanlarını topluyorlardı. Tarık beni görünce işini bıraktı bara oturduk. Birer yolluk ısmarladık. Hesabı kim ödeyecek gırgırını yaparken...
Gerisini Tarık'ın olaydan iki gün sonra Cumhuriyet gazetesinde yazdığı o harika yazıdan okuyalım. (Bu köşeyi ilk kez bir başkasına bırakıyorum. Ama o gece yaşananları onun kadar güzel aktaramazdım inanın...)

O gece 12 Eylül'dü...
"Uğursuz 12 Eylül'ün, 13'e bağlandığı saatlerde, piyanist arkadaşım Pepe ile Ziya restoranın aşağı barında sonbahar yalnızlığını çorba içerek yaşarken, sanki barda ceketini unutmuş bir tavırla Arda Uskan girdi içeri.
Ortalığı toplayan komilere torpil geçip kendisine bir rakı ısmarladı. Kara mizah sohbet sürerken, birden bir ışığın düştüğünü hissettik.
Sessiz sedasız yanımıza gelip, içkisini yudumlayan adam Metin Oktay'dı.
Birdenbire benim ve Arda'nın hatta Rossi'yi de futbolcudan saymayan Pepe'nin gözlerinde ışıklar parladı. Alın size nostaljinin Allah'ı. Otuz yıldır barlarda restoranlarda gitar çalarak geçiririm hayatımı, kimin ne kadar alkollü olduğunu ben bilmezsem kim bilir? Metin Oktay yanımızdaydı, raporlar ne derse desin, biz üçümüz kişiliğimizi koyarak söyleyebiliriz ki Metin Oktay içkiliydi ama sarhoş değildi! On bir yıl önce 12 Eylül gecesi, bütün Türkiye ayık mıydı sanki?
Bizler sanattan konuşuyorduk ya, onun da gözlerimle seyrettiğim birçok golünün bir sanat eseri olduğunu söyledim. 1960'taki efsanevi maçta İskoçya'ya attığı golü, İstanbul'da bir AKG maçında iki taraftan iki kişi koluna girdiği halde, arkası kaleye dönükken 90'a taktığı golü anlattım ve bunların sırrını sordum. 'Ellerini uzat' dedi. İki elimi uzattım, avuçlarım yere dönüktü. O da ellerimi avucuna aldı, 'Şimdi' dedi, 'İstediğin elini çek ben yakalayacağım.' Ellerimi, Metin Oktay'ın avucundan kurtaramadım. 'İşte bu reflekstir bana o golleri attıran.' Sonra ben de ona parmaklarımla bir gitarcı numarası yaptım. Benim ona şaşırdığım gibi o da benim tek elle alkış sesi çıkarmama bayıldı. 'Bunlar işin fizik tarafı' deyip Nazım Hikmet'ten bir şiir okudu!
Hiçbirimiz ummazdık tabii ama ummamak bizim suçumuz. 'İşte bu şiiri bilmeyen ne top oynar, ne gitar çalar, işin özü bu kardeşim' deyip boynuma sarıldı. Meğer biz futbolculara nasıl bakarsak onlar da biz müzisyenlere öyle bakarmış ve ne çok ortak noktamız varmış! Kartımı istedi, 'Yarın seni arayacağım' dedi, öpüşerek ayrıldık. Gitme vakti gelmişti, yorgunduk. Metin Oktay'ı yarım kalmış içkisiyle barda bırakıp Arda, Pepe ve ben çekip gittik. Sabah telefon çaldı. Metin ağabey diye açtım, Pepe'ydi. Onun güzel sesinden ilk defa nefret ettim. Metin Oktay'ın ölümünü haber veriyordu.
Senin karşında son golü yiyen kaleci olmak isterdim Metin ağabey... Ama son öptüğün insan oldum. Ben yine telefonunu bekliyorum, sen aramazsan ben nasıl olsa arayacağım..."

* * *
"Einstein ölümü kandıramadıysa, bizim ne kadar şansımız olabilir ki? Neredeyse hiç!"
Mel Brooks

.

9 Eylül 2020 Çarşamba

6 Eylül 2020 Pazar

Murat Sevinç - Ağır hasta bir toplumda, şans eseri yaşamak…

 Murat Sevinç'in "Ağır hasta bir toplumda, şans eseri yaşamak…" adlı 02.10.2015 tarihli yazısından

 ....

Hastayız çünkü. Ağır bir şekilde hastalandı bu toplum. Akıldan yoksun. Başına gelebilecek en vahim işlerden biri oldu ve aklını kaybetti. Ne kadar vardı tartışılır ama olan da yok artık belli ki. Yalnızca akıl değil, yaşamlarımızın belli anlarında nadiren karşılaştığımız cüzi miktar ahlakını ve vicdanını, çok nadir de olsa tanık olduğumuz nezaketini de yitirdi.

Ne kaldı geriye? Gelenek görenek mi? Boş geçin bunları. Demokrat Parti’nin son yılları gibi, insanlar camilerini, kahvelerini ayırma noktasına geldi. Biri ‘Allah bir’ dese, diğeri ‘iki’ diyor. Ne geleneği, ne göreneği, ne birlik beraberliği? Bu denli ahmaklık, bu denli aymazlık, bu denli kuralsızlık, bu denli acımasızlık, bu denli saçmalık…

Sonsuz kere yinelense yeri: Her toplumu bir arada tutan, insanların birbirinin gözünü oymadan yaşamalarını sağlayan başlıca üç kural demeti var. Hukuk kuralları, ahlak kuralları ve din kuralları. Bu üçünün ‘kesiştiği’ anlar çok. Örneğin ‘hırsızlık’ fiili gibi. ‘Suçtur’, ‘ayıptır’ ve eğer inanıyorsanız ‘günahtır.’

Bir de ‘çeliştiği’ anlar olur. Çelişme anında öncelik ‘hukuk’kurallarınındır, çünkü arkasında ‘kamu otoritesi’ bulunur. Ahlak dışı bir iş ayıplanır, dine aykırı bir iş dindarlar tarafından kınanır, hukuk dışı bir iş ise diğerlerinden farklı olarak ‘cezalandırılır.’

...

4 Eylül 2020 Cuma

Murat Sevinç - Ben Sizin İnandığınıza İnanmıyorum

Murat Sevinç'in "Ben Sizin İnandığınıza İnanmıyorum" adlı 18.10.2015 tarihli yazısından

....

İşte çok sayıda dindarlık biçiminden biri de sanırım ibadet ile birlikte daha ziyade ahlaki ilkelere vurgu yapılan bir dindarlık. Çocuk yaşta çevrem, namaz kılan, oruç tutan, kurban kesen insanlarla çevriliydi. Rahmetli babamı her sabah kuşluk vakti, soluk sarı bir ışıkta Kur’an okurken hatırlarım. Ramazan’da çevremizdeki işyerlerinde çalışan işçilere iftar yemeği hazırlanırdı evimizde. Yani epey inançlı bir dünya idi ama tanık olduğum inanç, iyi bir şeyler yapmanın değeriyle ölçülüyordu.

Bakın, bir komşumuz çok içki içip hemen her akşam sarhoş narası atardı. Yıllarca sürdü bu durum. Ve o insana bizim mahalleden tek bir kötü söz gelmedi bu zaman zarfında. Bizimkiler de “Olur böyle şeyler, insandır, komşudur” vs. derdi. Ya da ne bileyim, birinin elektriği kesildiğinde “Sevaptır” diyerek ona hiç hissettirmeden faturası ödeniyordu. İlkokula giderken beslenme çantamıza o zaman çok değerli olan ‘muz’ konmuyordu mesela; ‘günah’tır, birinin canı çeker diye. Çevremizde yer alan az sayıda varlıklı insanın da varlığını gözümüze pek sokmadığını hatırlıyorum. Demek ki ‘görgü’ de o inancın bir unsuru yapılmıştı.

Kuşkusuz, bir yanıyla da hiç masum olmayan bir dünyadan söz ediyorum. O yıllarda da insanlara her türlü haksızlık ve işkence yapılıyor, Aleviler katlediliyor, solcular öldürülüyor ve bu kenar semt dindarları olup biteni seyrediyordu. İçten içe destek de veriyordu muhtemelen. Kuşkum yok. Benim sözünü ettiğim daha‘günlük yaşam’a dair şeyler. Bir cenazeye küfredildiğini pek duymamak gibi. İnsanlar en nefret ettiğine dahi, “Allah taksiratını affetsin” demez mi bu kültürde?

O zaman bana ve belki de benim gibilere Allah inancı,‘yapılmaması gerekenler’ üzerinden aktarılmıştı. Çalma, çırpma, hak yeme, adaletsizlik yapma, kul hakkı ile gitme, yalan söyleme, iftira atma ve hatta, tabağında yemek bırakma! Tümü ahlaki/toplumsal alana dair öğütlerdi.

Kuşkusuz ‘din’‘Sünni olmak’ ve ‘Allah inancı’ bu kurallardan ibaret değil; buna mukabil ‘Bunlar da var’ idi. Bütün bir çocuklukta, dürüstlüğün iyi bir şey olduğu belletildi örneğin. Dürüst olmanın dinle doğrudan bir ilişkisi yok, ancak söz konusu haslet ‘dinin de bir gereği’ olarak anlatılıyordu.

Dolayısıyla, bana inanmam gerektiği söylenen Allah, böylesi kuralların mimarıydı bir yandan da. Ya da şöyle söyleyeyim: Şu anda memleketimizde dindar olduğu iddiasındaki ‘kadro’ ve onlara iman etmiş ‘dalkavukları’ her ne yapıyorsa, onun tersinin Allah inancının gereği olduğu söylendi bana! Eh bunlar da‘insanlaşma’ yolunda fena tavsiyeler değildi doğrusu.

Daha önce de defalarca yazdım, din, toplumu bir arada tutan kural öbeklerinden birinin kaynağı. Ayrıca hukuk ve gelenekleri de kaçınılmaz biçimde etkiliyor ve etkileniyor. Haliyle, bir insanın çocukluk devrinde nasıl bir Allah kavrayışıyla tanıştığı son derece önemli. Tabii inançlı dünyalardan söz ediyorum. Bugünkülere, dindar siyasetçilere, yazarlara vs. bakınca, sanki bana anlatılan Allah ile onlarınki tümüyle farklıymış gibi geliyor. İnancı, ‘Bilmem nereme su kaçtı, orucum bozulur mu?’ düzeyine indirgeyip insanı toplumsal bir varlık olarak kavrayan diğer tüm ahlaki/toplumsal ilkelerden bağışık yaşamak mümkün olabiliyor bu yol tercih edildiğinde. Bugün olduğu gibi. Allah inancının gereği olarak anlatılan ‘kul hakkı yeme’ öğüdünden, ‘Parsel parsel sattı’ dindarlığına geçmek, çok da mesafe gerektirmiyor belli ki.

Fazla ‘naif’ bir yazı olduğunun ve çok sayıda başka toplumsal/siyasal değişkeni hesaba katmadığımın farkındayım. Ama başta söyledim, derdim din ve ülke tarihi gevezeliği değil. Dinleri bir yana bırakalım, Allah’a inandığını iddia eden insanların şu haline bakınca… Paçavralarının attıkları manşetlere, yazarlarının yorumlarına, pespayeliklerine… Paramparça edilmiş onlarca güzel insanın ölümünden zevk alanlara… ‘Bunlar zaten HDP’liymiş oh olsun’ ya da ‘Oy artırmak için kendilerini öldürüyorlar’ diyenlere… ‘Her yerde oluyor bu ölümler, büyütmemek gerek’ buyuranlara… Bırakalım siyasi analizleri, anayasayı, hukuku, bu insanların inandıklarını iddia etikleri Allah ile bana anlatılanın emrettiği ilkeler arasında bir benzerlik dahi yok. Hani ‘İslam’ın şartı beş, imanınki altı’ diye başlıyorlar ya söze, vallahi kusura bakmasınlar ama o şartlar için evvela ‘insan’olmak gerekiyor. Kürt, solcu, Alevi ölünce sevinen, parçalanmış gençleri stadyumda yuhalayan, caniliğe mazeret arayan zavallı ırkçıların benimsediği ‘şart’, beş olsa ne olur, yedi olsa ne olur.

Merak da etmiyor değilim aslında, yarın bir gün o çok önem verdikleri ‘mahşer günü’ gelip çattığında, ölen çocuklara dahi sevinebilen bu alçaklar güruhu, paçayı kurtarmak için araya kimi koyacak? Hangi belediyeden torpil, hangi kurumdan daire başkanı, hangi emniyetten amir bulacaklar? O ‘hiç akıllarından çıkarmadıklarını’ iddia ettikleri hesap gününden söz ediyorum, Kazlıçeşme mitinginden değil.

Bana anlatılanın, yanlış olmadığı kanısındayım. Bu sınır tanımayan sefillerin inandıklarını iddia ettikleriyle müşerref olmadığım içinse kendimi şanslı hissediyorum.

Hâl böyleyken herkesin şu alçalmış, ırkçı ve mezhepçi olup asgari edep duygusundan dahi yoksun insanlar gibi düşündüğü yanılgısına düşmeden, hiç kimseyi küçük görmeden, insanların onurunu incitmeden, inançlı kesim içinde halen olduğunu ve seslerini hiç duyuramadıklarını çok iyi bildiğim dürüst ve duyarlı yurttaşlarla birlikte, hep birlikte kuracağız her ne kuracaksak.

İnsan, çileden çıkıyor hakikaten böylesi acımasızlık ve alçalma karşısında. Buna mukabil dürüst yurttaşın, izan sahiplerinin nefreti körükleme lüksü yok. Nefret duygusu, içimizde çığ gibi büyüse de. Böyle bir lüksümüz yok. Olmamalı. Önce kendimizi ikna etmeliyiz. Yaşayacağız. İnsan gibi ve birlikte yaşayacağız. ‘Bunlara’rağmen, birlikte yaşayacağız.

Alçaklık hep ve her yerde vardı. Onların sesini bastırmak mümkün. Her bir iyi, dürüst, vicdan sahibi, insancıl yurttaşın kıymetini bilerek, enayice mücadele edeceğiz…

Başka çare var mı? Varsa, ne?

30 Ağustos 2020 Pazar

Kutlu Osun !!!



 

5 Haziran 2020 Cuma

Aramızda Fark Var - Rıfat Serdaroğlu


fat Serdaroğlu'nun 07.08.2010 tarihli "Aramızda Fark Var" adlı yazısından bir bölüm, hoşuma gitti paylaşayım... 

*Biz, oturduğumuz koltuğa “Şeref” verenleriz, şerefimizi oturduğumuz koltuktan alanlardan değiliz.
*Biz, tarih boyunca 16 Türk Devleti kurmuş, Türkiye Cumhuriyeti Devletini de sonsuza kadar yaşatmaya kararlı, binlerce yıllık devlet tecrübesi olanlarız.
*Biz, 2219 yıl evvel kurulmuş bir orduya sahip çıkmaya and içenleriz.
*Biz, Atatürk’ü sevenleriz, ondan ve fikirlerinden ışık alanlardanız.
*Biz, bu ülkenin bir ağacını dahi isteyenin, şanlı Türk Bayrağımızın yanına başka bayrak dikmek isteyenlerin kafalarına, gök kubbeyi geçirmeye kararlı olanlarız.
*Biz, binlerce yıldır beraber yaşadığımız insanlarımızı ayırmaya, bölmeye çalışan dış güçlerin uşağı-katiller sürüsü-uyuşturucu kaçakçısı-organ kaçakçısı- gaspçı çetenin gerçek niyetini çok iyi bilenleriz.
*Biz, siyaseti halka hizmet için yaparız. Villalar-Gemiler- Pırlantacılar- Medya Grupları-Rafineri sahibi olanlardan değiliz.
*Biz, Allahtan korkar, kuldan utanırız. Ekmek yediğimiz bu vatanı aziz biliriz. Bu vatan için seve, seve can veririz.
*Biz Lâik Cumhuriyet ve Kubilay deyince içi titreyenlerdeniz, Kubilay’ın kafasını kesenlerin torunları olmakla iftihar edenlerden hiç değiliz.
*Biz para ile toprak satın alınabileceğini, ama asla “Vatan” satın alınamayacağını bilenleriz.
*Biz, Pozitif hukuka,tek eşliliğe, Laik Cumhuriyete, Sosyal Hukuk Devletine, aydınlığa, çağdaşlığa, çalışmaya, ilerlemeye, zenginleşmeye, inancımızı sadece Allah rızası için yaşamaya karar vermiş bu güzel ülkenin özgür bireyleriyiz.
*Biz, kadını eve kapatan, onu köle gibi kullanan, hor gören,dayak atanlardan asla ve asla olmadık, olmayacağız.
Biz Ege’nin Zeybeğiyiz, Trakya’nın Horasıyız, Batı Akdeniz’in Teke Zeybeğiyiz, Akdeniz’in Kaşık Havasıyız, Karadeniz’in Horonuyuz, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun Halayıyız, İç Anadolu’nun Bozkır’ının Halayıyız, Erzurum’un Ata bar’ıyız, Tokat’ın Elliğiyiz, Kuzey Doğu Anadolu’nun Kafkas oynayanıyız.
Biz Anadolu’yuz,
Biz Türkiye’yiz.
Biz, “Ne Mutlu Türküm Diyene” sözünü gururla söyleyenleriz.
Biz size benzemeyiz, siz de bizi anlayamazsınız. Onun için “Aramızda çok ama çok fark var”.

* * * 

Bir de başka bir yazısından alıntı:

Ve lütfen şunu hiç unutmayınız; “Parayla satın alamayacağınız tek şey vatandır, ne kadar paranız olursa olsun eğer vatanınız yoksa o paranın tuvalet kağıdından farkı yoktur.”

4 Haziran 2020 Perşembe

Atatürkçülük hakkında

Erdal Gökmen adlı bir yazarın "ATATÜRKÇÜ DEĞİLEM, HER GELENE EĞİLEM." 10.08.2010 tarihli bir yazısından çok beğendiğim bir alıntı...  


‘Atatürkçü’ kavramı, bana lise yıllarımdaki Resim öğretmenimi hatırlatır hep.
Kendisine öğrenciler ‘resimci’ derdi. O ise buna kızar ve, ” ne öyle resimci diyorsunuz, baloncu gibi” derdi; kulakları çınlasın.

Baloncular, balonlarını satabilmek için, yüksek sesle bağırırlar…
BALONCUUUU! BALONCUUU!

İşte Türkiye’deki Atatürkçüler de Atatürk’ü daha iyi satabilmek için bağırmaktalar. Atatüüüürk! Atatüürk diye. Amaç pazarlamak, ürünün satış şansını arttırmaktır..

Ben Mustafa Kemal Atatürk’ü seviyor ve takdir ediyorum. Mustafa Kemal’i asker, siyasetçi ve insan olarak beğeniyor, hayranlık duyuyorum.
Kemalist Devrimciyim.
Bu nedenle ben Atatürkçü değilim.

3 Haziran 2020 Çarşamba

Atatürk'ten "En büyük düşman" adlı yazı


En büyük düşman, düşmanların düşmanı ne falan ne de filan millettir; bilakis bu, adeta her tarafı kaplamış ve saltanat halinde bütün dünyaya hakim olan 'kapitalizm' afeti ve onun çocuğu olan emperyalizmdir.

Artık bütün dünyanın anlamış olduğu bu hakikat bizde de tamamen idrak ediliyor. Bugünlerde başımıza musallat edilen Yunan, bütün düşman aleminin parçasından başka birşey değildir. Daha doğrusu, kapitalizm saltanatının mazlum milletlere karşı gönderebileceği son kuvvet, son ordudur! Nitekim bundan evvel üzerimize ordular saldırmış olan düşmanlar yine böyle kapitalizm saltanatının ordularından başka birşey değildi. Moskof orduları, İtalya orduları, Bulgar ve Yunan orduları, kısacası bütün düşmanlarımız tamamen "kapitalizm" tarafından ayaklandırılırlardı. Bir zamanlar, tarihin eski devirlerinde dünya birtakım despot hükümdarların istibdatları altında ezilirdi. Sonraları milletler bu istibdatı yıktılar. Fakat bu defa da onun yerine paranın, sermayenin zulmü geçti. Sermaye, bugüne kadar dünyada yapılmış olan bütün fenalıkların yegane etkeni, yegane mesulü idi; bugün de odur; eğer bütün dünyayı süratle istila eden kapitalizm aleyhtarlığı olmasaydı, bu zulüm yarın da devam edecekti. Çok şükür, zulüm devrinin son günlerindeyiz. Kapitalizm sade falan ve filan milletin düşmanı değildir. Bilakis bütün dünyanın, bütün milletlerin müşterek düşmanıdır: Milletleri birbirine düşüren kuvvet o, kardeş kanları döktüren fesatlardan ondan, dünyayı kaplayan sefaletin müsebbibi, özetle bütün insanlığı inleten zulmün yegane zalimi odur. Bu zulümde başarılı olmak için arada sırada müracaat ettiği muharebeler, yegane kuvvetleri, yegane silahlarıdır. Ve bütün milletleri bilhassa bu silahla mağlup eder. Memleketimize bakınız: Rejiler, Duyunu Umumiye'ler, kapitülasyonlar, şimendiferler, limanlar, gemiler, bankalar, ticaret evleri, bütün bu müesseseler, Avrupa kapitalizminin bizi mahvetmek için senelerden beri kullandığı iblisane bir makinenin parçalarıdır. Sade bizim memleketimizde değil, bütün dünya zulüm altında ezilecek, sefalet arşa çıkacak, insan felaketten felakete yuvarlanacaktır. Bize bugün sınır itibariyle dünyanın en güzel, en hayale sığmaz barış şartlarını verseler, kapitalizm dolabı memlekette bugünkü şeklinde kaldığı takdirde mahvımız muhakkaktır. Hatta değil böyle, bu şeytan makinesinin dörtte biri bile mevcut olsa, bizim için hayat imkanı yine tasavvur edilemez. Zenginlerimizi dolandıran o, fukaramızı soyan o, mal ve mülkümüzü çalan, haysiyet ve namusumuzu mahveden, bizdeki faziletleri şeytan gibi birer birer iknaya çalışan, bizi birbirimize düşüren hep odur. Şu halde kendimizi kurtarmak için, evvela bizim, sonra da bütün dünyanın şu melun kapitalizm afetinden kurtulması lazım gelir. Bunda sade biz saf menfaattar değiliz, kapitalizm sade bizim gibi zayıf milletler arasında değil, bilakis bizzat kapitalist memleketlerde de aynı derecede tahripkar, insanlık düşmanıdır. Hatta İngiltere'de, hatta Fransa'da ve Amerika'da da böyledir. Ve oralarda da kapitalizm usulünden istifade edenlere nispetle bunun zulmü altında inleyenlerin miktarları yüzbinlerce kere ziyadedir. Şu halde kapitalizmin düşmanı yalnız biz değil, bütün dünya onun düşmanıdır. Bütün dünya bizimle beraber demektir.

Dünyayı tanıyanlar, dünya işlerini bilenler, bütün açıklık ve katiyetiyle görüyorlar ki, bu hakikat bütün dünyada artık anlaşılmıştır. Kapitalizm halihazırda Lehistan'da ve Anadolu'da son kurşununu atmakla meşguldür, bundan sonra kullanılacak silah kalmıyor, iş bu kuvvetleri yenmektedir. Türkler, bu hakikati anlayınız, anlamayanlar varsa onlara da anlayanlar öğretsinler. Bolşevikler Lehleri kati surette mağlup ederlerken, bizim vazifemiz de Yunanistan'ı Anadolu'dan süratle, şiddetle derhal kovmaktır! Ondan sonra ebedi kurtuluş!


Mustafa Kemâl Atatürk, Hakimiyet-i Milliye Gazetesi, 20 Temmuz 1920

31 Mayıs 2020 Pazar

Gazi Kovan



Mart 1921 İnönü Ovası, insanın iflahını kesen buz gibi bozkır ayazında Ethem Çavuş’un sırtı üşüyor, avuçları ise kızgın mermi kovanlarına çıplak elle dokunduğu için alev alev yanıyordu. Top atışı on sekiz saattir durmaksızın sürüyordu. Ethem Çavuş, 75 mm’ lik topu durmaksızın dolduruyor, her seferinde besmele çekip keşif kolundan bildirilen menzillere kıyamet yağdırıyordu.
Sandıkta kalan sondan üçüncü mermiyi aldığında bir an duraksadı. Merminin üzerine bir çaput sarılıydı. Çaputu sökerken avucuna kalem büyüklüğünde demir bir çubuk düştü. Çaputun ve çubuğun anlamını çözmeye çalışırken sarı metalden mermi kovanına kazınarak yazılmış yazıya gözü ilişti. Okumaya vakti yoktu. Mermiyi topa sürüp ateşledi. Demir çubuğu cebine, boş kovanını ise bu sefer sandığa değil yere attı. Birkaç dakika sonra soğumuş olan kovanı kaybolmaması için yerden alıp mintanının yakasından içeri attı. Akşam ezanı vaktinde çarpışma durulmuş, mevzileri ileri, düşman hatlarına doğru ilerletme emri gelmişti. Batarya komutanı, Ethem Çavuş’a istirahat verdi. İlk iş olarak boş kovanı çıkarıp üzerindeki yazıyı okudu.
Kovanın üzerinde "Karahisarlı Seyfi Çavuş. 4.Alay 2.Tabur 8.Batarya 26 Rebiyülahir 1339 İnönü" yazıyordu. Birinci İnönü savaşının en kızgın günlerinden birinde düşülmüş not ve mermiyle gelen demir çubuk, İmalat-ı Harbiye atölyelerinde çalışanların bir mesaj istediğini gösteriyordu. Boşalan kovanlar Ankara’daki atölyelere yollanır, oradan tekrar doldurulup cepheye dönerdi.
Üç saat sonra gecenin iyice çökmesiyle savaş tamamen durulmuş, birlikler yeni mevzilerine yerleşmişti. Ethem Çavuş, cebindeki demir çubuğu çıkarıp bir köşeye oturdu. Ucu sivriltilmiş çubuk, bakır ustalarının "kalem" dedikleri, metal üzerine desen oymaya yarayan keskin bir aletti. Eline yumruk büyüklüğünde bir taş alarak hafif tıklamalarla kendi mesajını kovana kazıdı. "Aksekili Ethem Çavuş 8.Alay 3. Tabur 1.Batarya 20 Recep 1339 İnönü"
Beş gün sonra Ankara’da Atölyenin bir köşesinde cepheden gelen sandıkları açan kalfa, tezgâhlardan birinde harıl harıl çalışmakta olan ustaya seslendi: ( Sesinde, eşi doğum yapmış bir adama bebeğini müjdeleyen ebenin heyecanı vardı.) "Kâmil Usta! Müjdemi İsterim! Senin yavru cepheden dönmüş!". Hepsi sandıkların olduğu kısma koşturarak kovanın üstündeki yazıyı okumak için toplandılar. Tabii ki bu şeref Kâmil Ustaya aitti. Yüksek sesle Ethem Çavuş’un notunu okudu. Atölyede bir bayram havası esmişti. Tüm çalışanlar, Kâmil Ustayı yeni baba olmuş biriymiş gibi kutluyor, hayır duaları ediyorlardı. Ustalar, iş tezgâhlarından birinin başında toplandılar. Kâmil Usta kovanın ağzının eğilen yerlerini düzeltip özenle kapsülünü yeniledi. İçine barutunu doldurduktan sonra yeni bir çekirdeği kovanın ağzına oturttu. Mermi hazır olunca, Ethem Çavuş’un kovanın içinde geri yolladığı çelik kalemi yeni bir çaputla merminin üzerine sardı. Kundaklanmış mermiyi şefkatle tutarak yeni doldurulan bir sandığa yatırdı. Çalışanlar hep bir ağızdan "Allah kavuştursun" deyip işlerinin başına döndüler. Kâmil Usta, halen açık duran sandığa yatırdığı mermiye hüzünle bakıp "Selametle git aslanım. Allah muvaffak etsin. Çok bekletme bizi" dedi. Kovan, Birinci İnönü savaşı sıralarında üzerindeki ilk notla Kâmil Usta’nın eline geçtiğinde bu fikir doğmuştu. Karahisarlı Seyfi Çavuş’un başlattığı bu geleneğin süreceğinden emin değildi; ama denemeye değerdi. Nitekim Aksekili Ethem Çavuş umutlarını boşa çıkarmamıştı. Cephede patlayan her merminin kovanı buradaki ustaların elinden geçtiğine göre bir aksilik olmazsa yeniden görüşeceklerdi.
Eylül 1922  Ankara - Bir buçuk yıl içinde kovan sekiz kere daha atölyeye uğradı. Üzerindeki mesajların sayısı da sekize ulaşmıştı. Mesaj yazanların sekizi de başka alay ve taburlardan farklı kişilerdi. Kovan her keresinde atölyedekilere daha büyük bir coşku yaşatıyor, İstiklâl Savaşı’nın her zorlu durağından Ankara’ya barut, kan ve zafer kokusu taşıyordu. Türk ordusunun İzmir’e girdiği gün Ankara’da bayram havası eserken kovan yeniden gelmiş, ama bu sefer tüm atölyeyi yasa boğmuştu. Kovanın içinde, çelik kalemin yanı sıra bir mektup ile bir tane de bakır künye vardı. Kovanın üzerine kazınmış dokuzuncu notta; "Karahisarlı Seyfi Çavuş. 4. Alay 2.Tabur 8.Batarya 12 Muharrem 1341 Banaz" yazılıydı. Atölyedekiler mektubu açıp okumaya koyuldular;
‘‘Bismillahirrahmanirrahim.

Selamün aleyküm gayretperver ustalar. Allah’a şükürler olsun ki mendebur düşman kaçıyor. Muzaffer Türk ordusu beş gündür durup dinlenmeksizin kâfiri kovalıyor. Güzel İzmir’e, kalplerimizdeki imanımız kadar yakınız artık. İki gün evvel Banaz’daki muharebede bataryamın çavuşlarından Seyfi, kalleş düşmanın kurşunuyla şahadete ermiştir. Cenazesini sıhhiyecilere teslim etmeden önce mintanının içinde bu kovanı buldum. Malumunuzdur ki vefat eden neferin künyesi ailesine yollanır. Lâkin beş gün önce Karahisar’ı ele geçirdiğimizde, Seyfi Çavuş`un ailesinin düşman tarafından katledildiğini öğrendik. Bu kahraman Türk evladı kederini yüreğine gömüp anacığını, babacığını defnedemeden düşmanın peşine düştü. Üç gün sonra kendisi de hakkın rahmetine kavuştu. Kovandaki yazılardan anladığım üzere bu topçu neferlerin bir ailesi de sizler olmuşsunuz. Bu sebeple Seyfi Çavuşun künyesini sizlere yolluyorum. Başınız sağ olsun. Hayır dualarınızı bizlerden, Fatihalarınızı aziz şehitlerimizden esirgemeyiniz. Hakkın rahmeti üzerinize olsun. Yüzbaşı Muhsin Talat 4.Alay 2. Tabur 8. Batarya
14 Muharrem 1341 Salihli’’
Mektup bittiğinde tüm personel ağlıyordu. Atölyeye bir ölüm sessizliği çökmüştü. Hiç tanımadıkları halde iki satır yazıyla kardeş oldukları Seyfi Çavuşun ardından Fatiha okuyup âmin dediler.
Kamil Usta yutkunarak tezgâhının başına oturdu. Kovanı yeniledi ama bu sefer, minik iki perçinle Seyfi Çavuşun künyesini kovanın dibine çaktı. Yine her zamanki merasimle mermiyi kundaklayıp sandığa yatırdı. Oysa o mermi bir daha düşman mevzilerine gönderilmeyecekti.
  Ocak 1923 Ankara - Savaşın bitmesinin ardından Ankara’daki mühimmat depolarında sayım ve temizlik yapılıyordu. Sandıklar tek tek açılıyor, mermiler sayılıp yeniden sandıklanıyor, kayda geçirilip daha tertipli bir cephaneliğe gönderiliyordu. Teğmen Hamdi Vâsıf, Kâmil Usta’nın hazırlayıp kundakladığı mermiyi buldu. Böyle bir anının belki de yıllarca sandıkların İçinde kalmasına gönlü elvermedi. Ciddi bir suç işliyor olmayı göze alıp mermiyi evine götürdü. Niyeti, ömrünün sonuna kadar mermiyi bir anı olarak saklamaktı.
29 Ekim 1923 Ankara - Teğmen Hamdi Vasıf Ankara kalesine çıkan dik sokakları koşarak tırmanıyordu. Soğuğa rağmen kan ter içinde kalmıştı. Yarım saat önce 20.30 sıralarında Meclisten, Cumhuriyetin ilan edildiği duyurulmuştu. 101 pare top atışıyla Cumhuriyet kutlanıyordu ve Seyfi Çavuş’un mermisi bu şöleni kaçırmamalıydı. Yetmiş, belki de sekseninci atışta topçuların yanına ulaşabilmişti. Yüzbaşı Muhsin Talat’ın yanına giderek sert bir asker selamı verdi:
"Hamdi Vasıf Edirne! Bir maruzatım var komutanım" Yüzbaşı sorar gözlerle genç subaya bakıyordu. “Evet teğmenim. Sizi dinliyorum" Teğmen, üniformasının içinden mermiyi çıkarıp yüzbaşıya uzattı:
"Yüz birinci pareyi en çok bu mermi hak ediyor komutanım. Müsaadenizle bu şerefi ondan esirgemeyelim."

Yüzbaşı Muhsin Talat gözlerine inanamamıştı. Sevinç gözyaşlarını tutamadı. O kadar heyecanlanmıştı ki neredeyse aralarındaki rütbe farkına bakmaksızın genç teğmenin ellerini öpecekti. Mermiyi alıp çekirdeğini dikkatlice yerinden çıkardı. Kovanın tepesine bir bez parçası tepip iyice sıkıştırdı. Subay şapkasını çıkarıp surun üzerine koydu. Mermiyi şapkanın içine yatırdı. Toplar atışlara devam ediyordu. 82, 83, ...97, 98, 99... On dakika kadar sonra, atışları sayan çavuş "Yüzüncüyü attık komutanım" deyince, Muhsin Talat, kovanı topun yatağına kendi elleriyle sürerek ateş emrini verdi. Subayların kılıçlarını çekerek selamladığı o son top sesi Ankara’nın her duvarından yankılanıp dört yıllık İstiklâl Savaşının tüm hikâyesini anlatmıştı sanki. Rütbe ve mevkilerine bakmaksızın topun başındaki tüm askerler kucaklaşarak birbirlerini kutladı. Son olarak Yüzbaşı Muhsin Talat ile Teğmen Hamdi Vâsıf sarıldılar. Kovan ayaklarının dibindeydi. Yüzbaşı eğilip saygıyla kovanı yerden aldı. Avuçlarının yanmasına aldırmadı bile.




30 Mayıs 2020 Cumartesi

Sivil Örümceğin Ağında: Project Democracy

Project Democracy
21 Adım’da Bir Ülke Demokratikleştiriliyor diye Nasıl Bölünür? Sömürgeleştirilir?

Kaynak: Sivil Örümceğin Ağında: Project Democracy, M. YILDIRIM, Toplumsal Dönüşüm Yayınları,  İstanbul 2004

1.        İktisadi ortamı denetleme: Borç ekonomisinde dalgalanmalar yaratmak üzere, para piyasalarının dışardan gelen uluslar arası vurkaç tefecilerine sonuna dek açılması.
2.        Ulusal bunalımlar yaratılması: Ülkede sık sık iktisadi dalgalanma yaratılarak bunalım aralarının azaltılması. Ulusal devlet merkezinin elindeki en önemli güç olan para kaynaklarının, bankaların, devlet şirketlerinin kapatılması, yabancı şirket egemenliğine geçirilmesi.
3.        Merkez devlete güvensizlik yaratma: Kritik dönemlerde iktisadi bunalım yaratılmasıyla umutsuzluğa düşürülen yerel sanayicilerle ve üreticilerle konferans, sempozyum adı altında doğrudan ilişkiye geçilerek, devlet merkezine karşı güvensizlik aşılanması.
4.        İşadamlarını örgütleme: Yerel işadamı örgütlerinin ve ilişki bürolarının kurulması; başına buyruk, devlet denetiminden giderek uzaklaşan “serbest ekonomi” ve “serbest pazar” düzeninin kabul ettirilmesi.
5.        Yolsuzluk kampanyaları: “Yerinden yönetim” taleplerini yükselterek, devletin egemenliğinin zayıflatılması, yolsuzluk olaylarını abartarak topluma aşağılık duygusunun yerleştirilmesi, halkın çaresizliğe itilmesi.
6.        Belediye hizmetlerinin yabancı şirketlere devredilmesi: Yerel yönetimi güçlendirme adı altında, toplumsal hizmetlerin “karlılık” esasına oturan şirketlere devredilmesi, su-elektrik gibi kentsel işletmelerin yabancı şirketlere devredilmesi için gerekli düşünsel alt yapının oluşturulması.
7.        Ulusal sanayinin yıkımı: Ulusal iktisadın çökertilmesi için, ulusal sanayileşmenin ve enerji kaynaklarının yıkıma uğratılması için toplum ile devlet arasında çatışmayı da içerecek biçimde çevreci akımların, örgütlerin desteklenmesi ve ulusal madenciliğin, doğal yakıt üretim kaynakları işletmeciliğinin ulusal egemenlik alanının dışına çıkarılması.
8.        Kamuoyu oluşturucuları -bizdeki adlandırmalarıyla, aydınlara, yazarlara,  bilim adamlarına-  yönelik içerde ve dışarıda, masrafları karşılayarak, konferanslara çekmek. Katılımcılarla doğrudan ilişki içinde, ilgili ülke hakkında bilgi almak ve “düşünce” ve “örgütlenme” özgürlüğü başlığı altında yeniden yapılanma düşüncesini benimsetmektir.
9.        Alt örgütler yoksa, hemen Helsinki Nihai Senedi kapsamında Helsinki Yurttaşlar ve Ortak Zemin Merkezleri örgütlemek ve koşullar olgunlaştıkça, uzaktan yönlendirilebilecek bir ilişkiler ağı altında insan hakları dernekleri ve benzeri örgütlenmelerin kurulması.
10.    Bilimsel ve toplumsal konferansların çoğaltılması. Yerel vakıf ve “think tank” derneklerinin kurulması.
11.    İşadamları derneklerinin, sendikaların kurulması, varolanların içine bilim danışmanlarıyla sızılması. Siyasi partilere eğitim programlarıyla, particilik dersleriyle yaklaşarak kadroların yönlendirilmesi, gençliğin “düşünce özgürlüğü” ve “siyasi katılımcılık” propagandasıyla örgütlenmesi.
12.    Yeni propaganda aygıtlarının (radyo, gazete, dergi, televizyon, video yayını) devreye sokulması. Bilimsel ve magazinsel içerikli, insan hakları ilkeleri üstüne sürdürülen yayınların yoğunlaştırılması. İnsan hakları ihlallerinin yaratılmasıyla sürecin hızlandırılması.
13.    Casuslar yerine yayın muhabirleriyle yerinden bilgi elde etmek için yaygın bir  yayıncı eğitim programının gerçekleştirilmesi.
14.    Gizli ve yarı gizli istihbarat çalışmalarının azaltılması, buna karşılık medya muhabir ağıyla açık ve yaygın istihbarat toplanması, olanaklıysa Amerikan televizyonlarının yerli şubeleriyle yayına geçilmesi, eksik-yanlış bilgilendirmeyle kitlelerin yönlendirilmesi, eğitim-konferans-gezi düzenleyerek yerel medya ile kalıcı bağlar oluşturulması.
15.    Yanlış ve eksik bilgilendirme: Kitlelerin akıl denetimlerini ele geçirmek üzere yoğun propaganda ve yanlış bilgilendirmeyle tarihsel devlet kurumlarının ve etnik sürtüşmeleri önleyen geleneksel kurumların yıpratılması, toplumsal kimliği karıştırmak için tarihsel ve toplumsal gelişim gerçeklerini tahrif ederek, yeni kimlikli topluluklar yaratılması.
16.    Etnik kışkırtıcılık: Etnik ayrılıkları güçlendirmek üzere kültür anımsatma programlarına başlanarak yerel toplantılardan uluslar arası toplantılara adam taşınması, ulusal-bölgesel tarihin bütünleştirici özelliklerinin azımsanılarak, yerel tarih, yerel kültür araştırması adı altında en eskiye özlem yaratılması.
17.    Kültürel kaynaşmanın yıkımı: “Çok kültürlülük” propagandasıyla toplumsal ortak kültürün temellerinin yıkılması. Uluslararası karşı kampanyalar ile ulusal kurtuluşun simgesi olan anma günlerini ve toplumun tarihten kalma bağımsızlık ve onur simgesi özelliklerini sözde dostluk adına silikleştirerek güdülebilir bir topluluğa dönüştürmek. Din kültürünün parçalanması, geleneksel akışın kesilmesi ve ulusal dayanışmayı pekiştirici etkisinin yok edilmesi için, “medeniyetler/dinler arası diyalog” programıyla, Batı’nın dinsel kurumlarının güdümünde eritilmesi. Böylece azınlık din kurumlarıyla, ulusal egemenliğin karşısında ortak, dinsel cephe oluşturulması
18.    İnanmış örgüt liderlerinin yetiştirilmesi: Liderlik programlarıyla, güdümlü yeni dünya düzenine tapınan ultra-liberal önderlerin üretilmesi ve yeni partiler kurulması, varolanlara yeni liderler yerleştirilmesi; parti programlarının rejimle hesaplaşmaya yönelik, birer kışkırtma programına dönüştürülmesi.
19.    Silahlı gücün zayıflatılması: İktisadi bunalımı bahane ederek, toprak bütünlüğünü koruma aracı ulusal ordunun, silah donanımlarında, komuta kontrol ve iletişim sistemlerinde yenilenme alımlarının kısıtlanarak, zayıflatılması ve ulusal sınırların gevşetilmesi.
20.    Orduları ulusal savunma kimliğinden koparma: Güvenlik güçlerinin ulusal yapıların korunmasına yönelik müdahalelerini önlemek için, profesyonelleştirmek. Devlet egemenliğine sahip çıkmaya çalışan orduları geriletmek için, kışkırtmalara başvurularak, ordu yönetimlerinin günlük siyasete çekilmesi, ordu içinde politik tartışma, ordu ile halk arasında cepheleşme yaratılması.
21.    Devlet yönetiminin kargaşayla ele geçirilmesi: Seçim darbesiyle egemen devletin ele geçirilmesi. Merkezi direniş olursa, yaygın ve sürekli kitle gösterileri düzenlenmesi. Bu sürecin hızlandırılması için halkı ikna edici etnik çatışmaların düzenlenmesi, ölümle sonuçlanan kışkırtmalarla etnik yada mezhepsel kimliklerin kemikleştirilmesi.

…”Ulusal egemenliklerinden ödün vermeye yanaşmayan bu tür devletlerin sınırlarının eleğe döndürülmesi işi, örtülü, kirli işlerle becerilemez ve ilgili ülkelerin insanlarının onayı alınmadan gerçekleştirilemezdi. Bu nedenlerle, “hür dünya” işlerinden, “insan hakları” ve “din hürriyeti” bekçiliğine evirilen operasyon ile ABD’nin uygun göreceği türden demokrasiler kurulmalıydı.
Demokrasi ihracını konu edinen bu incelemenin amacı, adı “Project Democracy” olarak Reagan tarafından konulan ve 1980’lerin başından bu yana 92 ülkede uygulanan ve yeni-mandacıların işbirliğiyle örülen AĞ’da, yani “örümcek ağı” içinde çırpınmakta olan Türkiye’de olan bitene az da olsa ışık tutmakta ve toplumsal-siyasal yaşamın yabancılar tarafından ele geçirilişini bir parça olsun sergilemektedir.”…
…“Yabancı bir devletin, bir ülkenin içinde örgütler kurmasının, eski örgütleri, sendikaları, odaları yönlendirmesinin, onlardan raporlar almasının, bu raporlara göre o ülkeye yön vermesinin bir tek anlamı olabilir. O da, ülkede varolan devlete paralel, merkezi dışarıda bir yönetim oluşturmak. Bunun tek sonucu da operasyon nesnesi olan devletin egemenliğinin örtülü olarak yok edilmesidir.”
…”İçine sızılan devletin bürokratlarının da yardımıyla, yaygın bir “medyatik” ve “entelektüel” yedek güç operasyonuyla, Amerikalıların “manifacturing public perception” dedikleri ‘kamuoyunun algılama dizgesini üretme’ sürecinde, aşamalar bir bir geçiliyor. ‘Algılama dizgesi üretimi’ sonucunda, o ülke insanları, aslında kendilerine benimsetilmiş olan düşünceleri, ya da eylem planlarını, bizzat kendi kurumlarının, kendi beyinlerinin ürünüymüş gibi algılayıp, eyleme geçiyorlar.”
…”Ülke yasalarının ve anayasalarının çok etnikli, federatif bir yapı oluşturacak biçimde yeniden düzenlenmesi, operasyonun temel aşamaları arasında, küçük yada büyük, kanlı yada kansız olaylarla testler yapılarak, oluşumun düzeyi ölçülerek hız ayarlanması ve küçük program değişikliklerinin gerçekleştirilmesi asıldır…”
…”Aşamalar birer birer geçilirken, ülke dışında da paralel süreç yürütülür. Çok kültürlülük propagandasıyla etnik ayrıştırma ve çatışma sürecinin güçlendirilmesi için, insan hakları raporları giderek etnik azınlık hakları raporlarına dönüştürülür. Avrupa ve Amerika’da etnik ve dinsel ayrılıkçı “diaspora”ya parasal ve siyasal destek verilir. Küllenmiş tarihsel çatışmalar, acılar yeniden ateşlenir. Ülkede özgüveni sarsılmış halkın, gün geçtikçe yabancı kültürüne, yabancı düzenine özenme eğilimleri kışkırtılır.”
…”Yıllardır barış içinde yaşayan toplumlar inanılmaz bir hızla önce ayrışır, sonra da çatışır. Sonuç, ekonomisi yabancıların eline geçmiş, zayıflamış merkezi egemenliğiyle dış politikada bağımsız karar verebilme yetkinliğini yitirmiş, yabancıların dayattığı kararlara mahkum olmuş bir devlet ve tarihsel-kültürel kimliğini yitirmiş Batı’nın alt dereceli bir hizmetkarına dönüşmüş bir halk topluluğu…”
”Her ülkede olduğu gibi, şirketler için esas olan devlet politikalarına ve kararlarına yön vermektir. Yön verilecek olan devlet yönetimi ve yasama organları olunca, yönlendirici elemanların niteliği de önem kazanıyor. Bu nedenle elemanların büyük çoğunluğu, devlet deneyimine sahip eski ve yeni görevlilerden seçiliyor. İkinci eleman kaynağı ise, yine devlet organlarıyla içli dışlı olmuş akademisyenleri barındıran üniversitelerdir…”
“..dış ülkelerde izlenecek ABD çıkarlarına uygun ayarlama işlerine denk düşen araştırma, inceleme, değerlendirme çalışmalarını gerçekleştirecek olan dernek, vakıf, enstitü adı altında kurulan, eski memurları, akademisyenleri, şirketlerin seçkin yöneticilerini bir araya getiren örgütlenmeler “think tank” ( düşünce topluluğu ) adı altında toplanıyorlar. Bu sivil örgütlerin ( diğer adı ile  NGO ) Amerika’daki merkezlerinde, emekli dışişleri ve istihbarat elemanları, Amerika’ya yerleşmiş üçüncü dünya elemanları, operasyonlarda dünya deneyimli CIA eski istasyon şefleri ve akademisyenler görev alıyor.
“Think tank” örgütlerinin en önemli yararı, ABD yönetimini sorumluluktan kurtarmalarıdır. ABD resmi organlarının başka ülkelerde araştırma ve incelemeler yapması, o ülkelerce, şimdilerde pek kullanılmayan eski deyimle “casusluk” etkinliği olarak değerlendirilebilir ve devletler arası anlaşmazlıklara neden olabilir. Teslim edilen raporlar, ABD resmi belgeleri olarak ele alınıp, casusluk suçlamalarına yol açabilir”
“Project Democracy” adı altında sürdürülen bu operasyon için CIA eski Direktörü William Colby: “CIA’nın örtülü olarak yaptıklarını açıktan yapıyoruz.” demiştir.
“Türkiye’deki sivil toplum kuruluşu ,think tank, enstitü veya vakıf adı verilen dernek, yani genel adıyla örgüt, Türkiye’de gerçekleştireceği araştırma, çalışma veya proje için bu iş yada bu işleri bitirince bir rapor, bir kitap, radyo yayını, televizyon belgeseli, hatta roman hazırlayıp, size sunacağım; şu tür bir ekiple çalışacağım ve paraları şöyle harcayacağım. Bu işler için, sizden şu denli dolar/sterlin/euro istiyorum diyerek, başvuru özet-raporu hazırladığında, bu ön rapor ABD’nin Dışişleri Bakanlığı’na, hem de siyasi işler bölümüne verilmektedir. İşin bir başka yönü daha yakıcı olabilir. Para verilmeden önce, ABD Dışişleri’ne ön rapor sunulmasının öteki yüzünde, ABD Dışişlerinin yada ABD NSC (National Security Committee/Milli Güvenlik Kurulu) ‘nin isteği doğrultusunda “project” hazırlanması olasılığıdır.
NED (National Endowment for Democracy/Demokrasi için Ulusal Fon)’e bağlı olan bu örgütler Türkiye’de yürütecekleri projeler için paraları da NED’ten almaktadırlar. Aslında para kaynağı doğrudan ABD hazinesi, yani devlettir. NED ise paranın kasasıdır. NED ile ABD Dışişleri Bakanlığı, şu konularda anlaşmışlardır:
a)      NED herhangi bir “project” işine girişip para vermeden önce ABD Dışişleri’ne bilgi verecektir.
b)      NED yönetim kurulu’nun onayına sunulan tüm “project” önerilerinin bir kopyası, ABD Dışişleri Bakanlığı Siyasi İşler Yardımcılığı’na verilecektir.
Yüzlerce bağıştan birkaç örnek: (1988’ten bugüne diğer bağışlar için 56-69 arası sayfalar)
1991- Parayı veren: NED / Bağış alıcı: CIPE (Centre International Private Enterprise) / Alt bağış alıcı: Türk Demokrasi Vakfı (TDV) / Konu: İş ve Ekonomi / miktar: 80.000 $ / TDV’nin, Türkiye’de özelleştirme için 18 aylık programı desteklenecek.
1997- Parayı veren: NED / Bağış alıcı: CIPE / Alt bağış alıcı: Liberal Düşünce Topluluğu (LDT) / Konu: İş ve Ekonomi / miktar: 61.710 $ / Serbest piyasa ekonomisinin İslam diniyle bağdaştığı anlatılacak.
- Bu sivil toplum örgütlerinin ne kadar sivil olduğunun yorumu size kalıyor.
                “…Kendi ülkelerinin iç düzenine muhalif olan gruplar, ABD gibi bir kurtarıcı bulmuş olmaktan mutlu olduklarından, yaşadıkları ülkelerini bu sivil örgüt adı altındaki Amerikan misyonerlerine / istihbaratçılarına ihbar etme fırsatını kaçırmamalarının yanında, dünya egemeni olarak gördükleri ABD devlet aygıtı tarafından desteklenmekten de son derece hoşnut kaldılar.”
…”Dünyada yerleştirilmek istenen yeni düzenin, demokratik bir düzen olacağı sonucuna varılabilir!? Bu düzen içinde dünyanın tüm ülkelerinde devletler merkezi otoritelerini yitireceklerdir. Olabildiğince etnik ayrıma uğramış küçük eyaletlere ayrılmış ülkelerde (not:dünyada 1000 adet ülke olması öngörülmektedir, şuan sayı 200 civarı, 1980’lerdeki sayı 182 adet) tarihsel partiler eriyecek, vakıflardan, düşünce topluluklarından, ticaret odalarından, insan hakları denetim örgütlerinden oluşan bir siyasal yapı oluşacaktır. Bu oluşumlar, doğrudan doğruya ABD’nin siyasal partilerine bağlı enstitülere, konseylere, ABD şirket vakıflarına bağlanacaktır. Ülkelerdeki eğitim kurumları da vakıflaşacak ve ABD akademik dünyasıyla organik bağlar kuracaktır.
Merkezi otoritesini yitirmiş, salt denetleyici kurullara dönüşmüş devlet örgütlerinin yanı sıra ordular da ulusallığını yitirmiş devletlerin savunma gücü olmaktan çıkacak ve ortak güvenlik güçlerine katılacaklardır. Herhangi bir bölgesel başkaldırıya (bu bağımsızlık uğruna bir başkaldırı da olabilir) karşı anında silahlı müdahelede bulunulması…”
Bu son derece ileri projeye engel olabilecek en önemli kurumlardan biri de dinsel kurumlardır. Dünya egemenliğinin kurulmasında engel oluşturacak dinsel çatışmaların önlenmesi için ‘dinlerarası diyalog’un geliştirilmesiyle birlikte kurumsal yapının  da oluşturulması gerekir. En yaygın ve güçlü dinsel kurumlardan başlayarak, tüm dinlere bir yeni merkezi eşgüdüm gereklidir. Eşgüdümün merkezi elbette Washington’da bulunacaktır. Öncelikle Amerikalılardan oluşturulan bu kurumsal yapı, IRFC (International Religious Freedom Committee / Uluslararası Din Hürriyeti Komitesi)’dir. Bu komitede belli başlı dinlerin ve mezheplerin temsilcileri bulunmaktadır.

Kasım 1996’da, ABD’nin devlet sekreteri Warren Christopher, “Din ve inanç hürriyetini yaygınlaştırmanın Birleşik Devletler’in çıkarlarının arttırılmasını sağlayacağı” gerekçesiyle ACRFA (Advisory Committee on Religious Freedom Abroad / Dış Ülkelerde Din Hürriyeti Danışma Komitesi) ‘yi oluşturdu.
Bu yeni kurumlaşmanın gerekçesi olarak “ABD’nin kuruluşunun temelinde dinsel kurumların bulunduğunu ve Birleşik Devletlerin dünyada din hürriyetini gözetleyerek yaptırımlarda bulunma hakkı olduğu belirtildi.
23 Ocak 1998’de, “Din ve inanç hürriyetinin yayılmasının ABD dış politikasında birincil önceliğe sahip olmasını,” Dışişleri bakanlığı bünyesinde bir “Uluslararası  Din Hürriyeti Bürosu” kurulmasını sağlayacak yasa taslağı hazırlandı.
Aynı yıl Ulusal Kongre’de çıkarılan yasa:
“Din hürriyetinin yaygınlaştırılması ve (bu hürriyetin) baskı altında tutulmasına karşı çıkma görevi temel (olarak) Amerikan değerleri içindedir ve Birleşik Devletler’in (politikalarına) uygun, önemli ve gerekli bir dış politika hedefidir. Birleşik Devletler, evrensel insan haklarına bağlı bir dünya lideri olarak ve değişik dinsel nüfusa sahip bir ülke olduğundan, dinlerin tamamıyla ilgili haklardan (da) sorumludur.”

“Dinsel özgürlük taahhüdümüz Amerikan ideallerinin ifade edilmesinin de üstündedir ve dünyadaki gücümüzün temel kaynağıdır.”
Madeleine Korbel Albright, ABD Dışişleri Bakanı

Kaynak: Sivil Örümceğin Ağında: Project Democracy, M. YILDIRIM, Toplumsal Dönüşüm Yayınları,  İstanbul 2004, 597 sf.
* Buraya alınan bilgiler kitapta yazılanların sınırlı bir kısmıdır. Kitabın kapsamı ve konuları  çok daha geniş ve detaylıdır.