15 Eylül 2020 Salı

Arda Uskan'dan... Metin Oktay ile son gece...

 Arda Uskan yazısı 15.09.2010


Metin Oktay kuşkusuz Türk futbol tarihinin gerçek kralıydı... Ve onu bundan tam 19 yıl önce, 13 Eylül'de sabaha karşı bir trafik kazasında kaybettik.

Kendi kullandığı arabayla Boğaz Köprüsü'nün bariyerlerine çarpmıştı. Ardından uzun süre 'alkollüydü, alkolsüzdü' tartışmaları yapıldı ama hiç biri önemli değildi. Bildiğim tek şey o güzelim adamın birkaç saniye içinde aramızdan çekip gittiği... Bildiğim bir başka şey de öldüğü gece yaşananlar... Onunla son geceyi belki de son dakikalarını birlikte geçirmiştik. Ben, sanatçı dostum gitarist Tarık Öcal ve onun orkestra arkadaşı Pepe...
O akşam el ayak çekildikten sonra Ziya Bar'a uğramıştım. Çok geç kalmıştım aslında.
İçeride kimseler yoktu. Tarık ve Pepe enstrümanlarını topluyorlardı. Tarık beni görünce işini bıraktı bara oturduk. Birer yolluk ısmarladık. Hesabı kim ödeyecek gırgırını yaparken...
Gerisini Tarık'ın olaydan iki gün sonra Cumhuriyet gazetesinde yazdığı o harika yazıdan okuyalım. (Bu köşeyi ilk kez bir başkasına bırakıyorum. Ama o gece yaşananları onun kadar güzel aktaramazdım inanın...)

O gece 12 Eylül'dü...
"Uğursuz 12 Eylül'ün, 13'e bağlandığı saatlerde, piyanist arkadaşım Pepe ile Ziya restoranın aşağı barında sonbahar yalnızlığını çorba içerek yaşarken, sanki barda ceketini unutmuş bir tavırla Arda Uskan girdi içeri.
Ortalığı toplayan komilere torpil geçip kendisine bir rakı ısmarladı. Kara mizah sohbet sürerken, birden bir ışığın düştüğünü hissettik.
Sessiz sedasız yanımıza gelip, içkisini yudumlayan adam Metin Oktay'dı.
Birdenbire benim ve Arda'nın hatta Rossi'yi de futbolcudan saymayan Pepe'nin gözlerinde ışıklar parladı. Alın size nostaljinin Allah'ı. Otuz yıldır barlarda restoranlarda gitar çalarak geçiririm hayatımı, kimin ne kadar alkollü olduğunu ben bilmezsem kim bilir? Metin Oktay yanımızdaydı, raporlar ne derse desin, biz üçümüz kişiliğimizi koyarak söyleyebiliriz ki Metin Oktay içkiliydi ama sarhoş değildi! On bir yıl önce 12 Eylül gecesi, bütün Türkiye ayık mıydı sanki?
Bizler sanattan konuşuyorduk ya, onun da gözlerimle seyrettiğim birçok golünün bir sanat eseri olduğunu söyledim. 1960'taki efsanevi maçta İskoçya'ya attığı golü, İstanbul'da bir AKG maçında iki taraftan iki kişi koluna girdiği halde, arkası kaleye dönükken 90'a taktığı golü anlattım ve bunların sırrını sordum. 'Ellerini uzat' dedi. İki elimi uzattım, avuçlarım yere dönüktü. O da ellerimi avucuna aldı, 'Şimdi' dedi, 'İstediğin elini çek ben yakalayacağım.' Ellerimi, Metin Oktay'ın avucundan kurtaramadım. 'İşte bu reflekstir bana o golleri attıran.' Sonra ben de ona parmaklarımla bir gitarcı numarası yaptım. Benim ona şaşırdığım gibi o da benim tek elle alkış sesi çıkarmama bayıldı. 'Bunlar işin fizik tarafı' deyip Nazım Hikmet'ten bir şiir okudu!
Hiçbirimiz ummazdık tabii ama ummamak bizim suçumuz. 'İşte bu şiiri bilmeyen ne top oynar, ne gitar çalar, işin özü bu kardeşim' deyip boynuma sarıldı. Meğer biz futbolculara nasıl bakarsak onlar da biz müzisyenlere öyle bakarmış ve ne çok ortak noktamız varmış! Kartımı istedi, 'Yarın seni arayacağım' dedi, öpüşerek ayrıldık. Gitme vakti gelmişti, yorgunduk. Metin Oktay'ı yarım kalmış içkisiyle barda bırakıp Arda, Pepe ve ben çekip gittik. Sabah telefon çaldı. Metin ağabey diye açtım, Pepe'ydi. Onun güzel sesinden ilk defa nefret ettim. Metin Oktay'ın ölümünü haber veriyordu.
Senin karşında son golü yiyen kaleci olmak isterdim Metin ağabey... Ama son öptüğün insan oldum. Ben yine telefonunu bekliyorum, sen aramazsan ben nasıl olsa arayacağım..."

* * *
"Einstein ölümü kandıramadıysa, bizim ne kadar şansımız olabilir ki? Neredeyse hiç!"
Mel Brooks

.

9 Eylül 2020 Çarşamba

6 Eylül 2020 Pazar

Murat Sevinç - Ağır hasta bir toplumda, şans eseri yaşamak…

 Murat Sevinç'in "Ağır hasta bir toplumda, şans eseri yaşamak…" adlı 02.10.2015 tarihli yazısından

 ....

Hastayız çünkü. Ağır bir şekilde hastalandı bu toplum. Akıldan yoksun. Başına gelebilecek en vahim işlerden biri oldu ve aklını kaybetti. Ne kadar vardı tartışılır ama olan da yok artık belli ki. Yalnızca akıl değil, yaşamlarımızın belli anlarında nadiren karşılaştığımız cüzi miktar ahlakını ve vicdanını, çok nadir de olsa tanık olduğumuz nezaketini de yitirdi.

Ne kaldı geriye? Gelenek görenek mi? Boş geçin bunları. Demokrat Parti’nin son yılları gibi, insanlar camilerini, kahvelerini ayırma noktasına geldi. Biri ‘Allah bir’ dese, diğeri ‘iki’ diyor. Ne geleneği, ne göreneği, ne birlik beraberliği? Bu denli ahmaklık, bu denli aymazlık, bu denli kuralsızlık, bu denli acımasızlık, bu denli saçmalık…

Sonsuz kere yinelense yeri: Her toplumu bir arada tutan, insanların birbirinin gözünü oymadan yaşamalarını sağlayan başlıca üç kural demeti var. Hukuk kuralları, ahlak kuralları ve din kuralları. Bu üçünün ‘kesiştiği’ anlar çok. Örneğin ‘hırsızlık’ fiili gibi. ‘Suçtur’, ‘ayıptır’ ve eğer inanıyorsanız ‘günahtır.’

Bir de ‘çeliştiği’ anlar olur. Çelişme anında öncelik ‘hukuk’kurallarınındır, çünkü arkasında ‘kamu otoritesi’ bulunur. Ahlak dışı bir iş ayıplanır, dine aykırı bir iş dindarlar tarafından kınanır, hukuk dışı bir iş ise diğerlerinden farklı olarak ‘cezalandırılır.’

...

4 Eylül 2020 Cuma

Murat Sevinç - Ben Sizin İnandığınıza İnanmıyorum

Murat Sevinç'in "Ben Sizin İnandığınıza İnanmıyorum" adlı 18.10.2015 tarihli yazısından

....

İşte çok sayıda dindarlık biçiminden biri de sanırım ibadet ile birlikte daha ziyade ahlaki ilkelere vurgu yapılan bir dindarlık. Çocuk yaşta çevrem, namaz kılan, oruç tutan, kurban kesen insanlarla çevriliydi. Rahmetli babamı her sabah kuşluk vakti, soluk sarı bir ışıkta Kur’an okurken hatırlarım. Ramazan’da çevremizdeki işyerlerinde çalışan işçilere iftar yemeği hazırlanırdı evimizde. Yani epey inançlı bir dünya idi ama tanık olduğum inanç, iyi bir şeyler yapmanın değeriyle ölçülüyordu.

Bakın, bir komşumuz çok içki içip hemen her akşam sarhoş narası atardı. Yıllarca sürdü bu durum. Ve o insana bizim mahalleden tek bir kötü söz gelmedi bu zaman zarfında. Bizimkiler de “Olur böyle şeyler, insandır, komşudur” vs. derdi. Ya da ne bileyim, birinin elektriği kesildiğinde “Sevaptır” diyerek ona hiç hissettirmeden faturası ödeniyordu. İlkokula giderken beslenme çantamıza o zaman çok değerli olan ‘muz’ konmuyordu mesela; ‘günah’tır, birinin canı çeker diye. Çevremizde yer alan az sayıda varlıklı insanın da varlığını gözümüze pek sokmadığını hatırlıyorum. Demek ki ‘görgü’ de o inancın bir unsuru yapılmıştı.

Kuşkusuz, bir yanıyla da hiç masum olmayan bir dünyadan söz ediyorum. O yıllarda da insanlara her türlü haksızlık ve işkence yapılıyor, Aleviler katlediliyor, solcular öldürülüyor ve bu kenar semt dindarları olup biteni seyrediyordu. İçten içe destek de veriyordu muhtemelen. Kuşkum yok. Benim sözünü ettiğim daha‘günlük yaşam’a dair şeyler. Bir cenazeye küfredildiğini pek duymamak gibi. İnsanlar en nefret ettiğine dahi, “Allah taksiratını affetsin” demez mi bu kültürde?

O zaman bana ve belki de benim gibilere Allah inancı,‘yapılmaması gerekenler’ üzerinden aktarılmıştı. Çalma, çırpma, hak yeme, adaletsizlik yapma, kul hakkı ile gitme, yalan söyleme, iftira atma ve hatta, tabağında yemek bırakma! Tümü ahlaki/toplumsal alana dair öğütlerdi.

Kuşkusuz ‘din’‘Sünni olmak’ ve ‘Allah inancı’ bu kurallardan ibaret değil; buna mukabil ‘Bunlar da var’ idi. Bütün bir çocuklukta, dürüstlüğün iyi bir şey olduğu belletildi örneğin. Dürüst olmanın dinle doğrudan bir ilişkisi yok, ancak söz konusu haslet ‘dinin de bir gereği’ olarak anlatılıyordu.

Dolayısıyla, bana inanmam gerektiği söylenen Allah, böylesi kuralların mimarıydı bir yandan da. Ya da şöyle söyleyeyim: Şu anda memleketimizde dindar olduğu iddiasındaki ‘kadro’ ve onlara iman etmiş ‘dalkavukları’ her ne yapıyorsa, onun tersinin Allah inancının gereği olduğu söylendi bana! Eh bunlar da‘insanlaşma’ yolunda fena tavsiyeler değildi doğrusu.

Daha önce de defalarca yazdım, din, toplumu bir arada tutan kural öbeklerinden birinin kaynağı. Ayrıca hukuk ve gelenekleri de kaçınılmaz biçimde etkiliyor ve etkileniyor. Haliyle, bir insanın çocukluk devrinde nasıl bir Allah kavrayışıyla tanıştığı son derece önemli. Tabii inançlı dünyalardan söz ediyorum. Bugünkülere, dindar siyasetçilere, yazarlara vs. bakınca, sanki bana anlatılan Allah ile onlarınki tümüyle farklıymış gibi geliyor. İnancı, ‘Bilmem nereme su kaçtı, orucum bozulur mu?’ düzeyine indirgeyip insanı toplumsal bir varlık olarak kavrayan diğer tüm ahlaki/toplumsal ilkelerden bağışık yaşamak mümkün olabiliyor bu yol tercih edildiğinde. Bugün olduğu gibi. Allah inancının gereği olarak anlatılan ‘kul hakkı yeme’ öğüdünden, ‘Parsel parsel sattı’ dindarlığına geçmek, çok da mesafe gerektirmiyor belli ki.

Fazla ‘naif’ bir yazı olduğunun ve çok sayıda başka toplumsal/siyasal değişkeni hesaba katmadığımın farkındayım. Ama başta söyledim, derdim din ve ülke tarihi gevezeliği değil. Dinleri bir yana bırakalım, Allah’a inandığını iddia eden insanların şu haline bakınca… Paçavralarının attıkları manşetlere, yazarlarının yorumlarına, pespayeliklerine… Paramparça edilmiş onlarca güzel insanın ölümünden zevk alanlara… ‘Bunlar zaten HDP’liymiş oh olsun’ ya da ‘Oy artırmak için kendilerini öldürüyorlar’ diyenlere… ‘Her yerde oluyor bu ölümler, büyütmemek gerek’ buyuranlara… Bırakalım siyasi analizleri, anayasayı, hukuku, bu insanların inandıklarını iddia etikleri Allah ile bana anlatılanın emrettiği ilkeler arasında bir benzerlik dahi yok. Hani ‘İslam’ın şartı beş, imanınki altı’ diye başlıyorlar ya söze, vallahi kusura bakmasınlar ama o şartlar için evvela ‘insan’olmak gerekiyor. Kürt, solcu, Alevi ölünce sevinen, parçalanmış gençleri stadyumda yuhalayan, caniliğe mazeret arayan zavallı ırkçıların benimsediği ‘şart’, beş olsa ne olur, yedi olsa ne olur.

Merak da etmiyor değilim aslında, yarın bir gün o çok önem verdikleri ‘mahşer günü’ gelip çattığında, ölen çocuklara dahi sevinebilen bu alçaklar güruhu, paçayı kurtarmak için araya kimi koyacak? Hangi belediyeden torpil, hangi kurumdan daire başkanı, hangi emniyetten amir bulacaklar? O ‘hiç akıllarından çıkarmadıklarını’ iddia ettikleri hesap gününden söz ediyorum, Kazlıçeşme mitinginden değil.

Bana anlatılanın, yanlış olmadığı kanısındayım. Bu sınır tanımayan sefillerin inandıklarını iddia ettikleriyle müşerref olmadığım içinse kendimi şanslı hissediyorum.

Hâl böyleyken herkesin şu alçalmış, ırkçı ve mezhepçi olup asgari edep duygusundan dahi yoksun insanlar gibi düşündüğü yanılgısına düşmeden, hiç kimseyi küçük görmeden, insanların onurunu incitmeden, inançlı kesim içinde halen olduğunu ve seslerini hiç duyuramadıklarını çok iyi bildiğim dürüst ve duyarlı yurttaşlarla birlikte, hep birlikte kuracağız her ne kuracaksak.

İnsan, çileden çıkıyor hakikaten böylesi acımasızlık ve alçalma karşısında. Buna mukabil dürüst yurttaşın, izan sahiplerinin nefreti körükleme lüksü yok. Nefret duygusu, içimizde çığ gibi büyüse de. Böyle bir lüksümüz yok. Olmamalı. Önce kendimizi ikna etmeliyiz. Yaşayacağız. İnsan gibi ve birlikte yaşayacağız. ‘Bunlara’rağmen, birlikte yaşayacağız.

Alçaklık hep ve her yerde vardı. Onların sesini bastırmak mümkün. Her bir iyi, dürüst, vicdan sahibi, insancıl yurttaşın kıymetini bilerek, enayice mücadele edeceğiz…

Başka çare var mı? Varsa, ne?