27 Kasım 2010 Cumartesi

Tanrı ve Şeytan ile Adem ve Havva


Tanrı yeryüzünü “Lahana, Karnabahar, Ispanak” gibi çeşit çeşit yeşil ve sarı sebzeyle donattı. “Adam ve Kadın” sağlıklı ve uzun hayatlar yaşasın diye.
Bunu gören Şeytan McDonald’s'ı yarattı. McDonald’s ise 99 centlik iki katlı Cheeseburger’ i icat etti. Şeytan Adam’a dedi ki; “Yanında patates, cips ister misin?” Ve Adam dedi ki; “Süper boy olsun!”
Böylece Adam kiloları almaya başladı.
Ve Tanrı sağlıklı yoğurdu yarattı. Kadın onu yesin ve bedenini Adam’ın beğendiği boyutlarda tutsun diye.
Bu sefer Şeytan, yoğurdu dondurdu. Çikolata getirdi, fındık getirdi. Yoğurdun üzerine konacak parlak renkli şekerler getirip serpti. Ve Kadın da kiloları almaya başladı.

Ve Tanrı dedi ki ; “Şu taze salatamı bir deneyin”...
Bunun üzerine Şeytan kremalı hazır salata soslarını icat etti, üzerine salam ve dilimlenmiş peynir parçalarını da ekledi. Sonra tatlı için dondurmayı çıkardı. Ve kadın daha da kilo almaya başladı.

Ve Tanrı bu sefer dedi ki ; “Sana sağlıklı sebzeler verdim. Onları pişiresin diye zeytinyağı da veriyorum”.
Ve Şeytan, Cracker Barrel’dan tavukla kızarmış biftek getirdi. Öyle büyüktü ki, kendi ayrı tabağı bile vardı. Ve adam kiloları yüklendi, kötü kolesterol tavanı delip çıktı.

Ve Tanrı, koşu ayakkabılarını yarattı ve adam bu fazla kilolardan kurtulmaya karar verdi.
Ama bu sefer Şeytan, kablolu TV’yi yarattı, uzaktan kumandayı yarattı. Öyle ki, adam TV1 den TV2 ye giderken bile yerinden kalkmadı.

Ve tanrı patatesi yarattı. Besinle dolu, doğal olarak, yağ düzeyi düşük, sağlıklı bir sebze olsun istedi.
Sonra Şeytan geldi ve patatesin sağlıklı kabuğunu soydu attı. Nişastalı gövdesini çabuk çabuk kesip, derin tavada katı yağ ile kızarttı. İçine banıp yensin diye de kremayı icat etti. Ve adam uzaktan kumandasına sarıldı, kızartılmış patatesini kremaya banıp yedi. Yedikçe kolesterole  battı. Ve şeytan baktı, iyi olduğunu gördü.
“İyi oldu” dedi…

Ve Tanrı içini çekerek baktı, düşündü ve “by-pass” cerrahiyi yarattı…
Bunu gören Şeytan da “Sağlık Sigortası Şirketlerini” getirdi!
(Hintli bir yazardan)

26 Kasım 2010 Cuma

Dale Carnegie diyor ki


İş adamı tıraş olurken bir yandan da berberiyle sohbet etmektedir.Derken, kapının önünden ağır ağır geçen paspal, sevimsiz bir çocuk görürler.Berber, iş adamının kulağına fısıldar;
'Bu çocuk var ya, dünyanın en aptal çocuklarından biridir! Bak; dikkat et şimdi...'
Berber çocuğa seslenir: 'Ali, buraya gel!'
Bunun üzerine çocuk sakince dükkâna girer ve yüzündeki aptalca sırıtmayla berberi selamlar. Berber işadamının kulağına sessizce, 'bak şimdi' diye fısıldar ve bir elinde 5 liralık, diğer elinde 50 liralık  bir banknot olduğu halde çocuğa sorar:'Hangisini istiyorsan alabilirsin? '
Çocuk dalgın dalgın bir 5 liraya bir de 50 liraya bakar ve sonunda 5 liralık banknotu hızlıca çekerek berberin elinden alır.Berber işadamına döner ve gülerek:
'Gördün mü? Sana söylemiştim.' der.Tıraş bitince işadamı sokağa çıkar ve az ileride kendi kendine oynayan Ali'yi görür.Yanına giderek, neden 50 liralık değil de, 5 liralık banknotu aldığını sorar.Çocuk hiç de aptalca olmayan bir sırıtmayla yanıt verir:
' Eğer 50 liralığı alırsam oyun biter!'

Dale Carnegie diyor ki,
"Allah'ın bile insanlar hakkındaki hükmünü, ömürleri sona erdikten sonra verdiğine inanırken... Biz kim oluyoruz da insanları birkaç kez görmek, iki-üç yazı okumak, birkaç dedikodu dinlemekle yargılama hakkına sahip olabiliyoruz! "

25 Kasım 2010 Perşembe

Mustafa Cansız Hoca


Mustafa Cansız ismi,  eğer Trabzonlu değilseniz size pek bir şey ifade etmeyecektir. Fakat onun yetiştirdiği din profesörü, günümüzün parti lideri Yaşar Nuri Öztürk'ü ise bilmeyen yoktur.
Trabzon'da bir efsane gibi anlatılan, dini sorulara nükteyle, küfürle cevap vermesiyle meşhur Cansız Hoca, 1990'larda ses kayıtları ortaya çıkan ama varlığı kanıtlanamayan Oflu Hoca'nın aksine gerçek. Karadeniz fıkralarını çağrıştıran dini yorumları da…
Mustafa Cansız, 1895 – 1975 yılları arasında yaşadı. Arapça, Farsça, Çağatayca, Rumca bilgisi, koyu CHP'li olması, akademisyenlere taş çıkarır kültürüyle her yönden farklı bir din adamı. Öğrencisi Prof. Dr. Öztürk'e göre müstesna bir şahsiyet: 

 ALT-ÜST
Kadının biri hayatını fahişelik yaparak kazanmaktadır. Öldüğünde cenaze namazı için camiye getirilip musalla taşına konulur. İmam, kadının cenaze namazını kıldırmak istemez. Mesele büyür, Trabzon Müftülüğü'ne intikal eder. Müftü telaşlanır.
Cansız Hoca'ya haber verilir. Durum izah edilir. Olay mahalline geldiğinde cenaze namazını kıldırmayan hocayla aralarında şu diyalog geçer:
- Bu kadının cenaze namazını niçin kıldırmıyorsun?
- Hocam bu kadın hayatında hep fuhuş yapmış. Böyle birisinin cenaze namazı kılınmaz.
- Ulan, üstte yatan pezevenklerin cenaze namazlarını kılıyorsunuz da altta yatanlarınkini niçin kılmıyorsunuz?  
EDİSON CENNETE GİRECEK Mİ?
Cansız Hoca'nın bulunduğu bir yerde kimlerin cennete gireceği konusu tartışılıyormuş. Mollalardan biri Cansız Hoca'ya:
- Hocam, Edison bütün dünyayı aydınlatan buluşu gerçekleştirdi ama yine cehenneme gidecek.
- Sen Edison'un cehenneme gideceğini nereden biliyorsun?
- O bizim Peygamber'e inanmadı. Onun için cennete giremez.
Bunun üzerine Cansız Hoca, cevap verir:
- Bakara Suresinin 62. ayetinde şöyle der:
Şüphesiz iman edenlerle, Yahudiler, Hıristiyanlar ve sabilerden kimler Allah'a ve ahiret gününe inanıp salih ameller işlerlerse onların ecirleri Allah katındadır. Onlara korku yoktur ve üzülmeyeceklerdir de. Yani, bu ayette Allah insanlara 'Allah'a ve ahiret gününe inanıp hayırlı işler yapmaları ' şartını getiriyor. Ayni ayet Maide Suresinin 69. ayetinde de tekrar edilmektedir. Sonra büyük âlimlerin ekseriyetinin iman sahibi oldukları bilinen bir husustur. Ayrıca Edison'un son nefesinde nasıl gittiğini ne biliyorsun?'
Ancak adam ikna olmamış. İlla cehenneme gidecek, diye ısrar edince
Cansız Hoca sinirlenmiş:
'Allah, senin gibi beş milyon eşşeoğlueşşeği cennetine koyacağına bir Edison'u koysun daha karlıdır.'
 KURAN SAYFALARI
Cansız Hoca'ya yerli yersiz herkes dini sorular soruyormuş.
- Hocam, yeryüzünün her tarafına Kuran sayfaları serilse ve büyük abdest ihtiyacın gelse bu ihtiyacı nerede gidereceksin?
Cansız Hoca çok sinirlenerek şu cevabı vermiş:
- İhtiyaç giderecek yer kalmadığına göre, senin ağzına sıçmaktan başka çare yok.
 HOCA ÇIKTI
Cansız Hoca, vali ve üst düzey bürokratlarla bir yemeğe katılır. Hocaların çok yemek yemesiyle ilgili bir fıkra anlatılır:
- Hoca ile manda bostana düşmüş. Görenler, hangisini çıkaralım demişler. Kimileri mandayı çıkarın o çok yer demiş, kimileri de yok hoca daha fazla yer onu çıkarın demiş.'
Fıkrayı dinleyen Cansız Hoca masadan kalkmış, bir kenara oturup sigarasını yakmış, Masadakilerden biri Cansız Hoca'ya, 'Hocam niçin kalktınız' diye sorunca, Cansız Hoca şu cevabı vermiş:
'Hoca çıktı mandalar yesin.'
 OKUNAN DUA ÖLÜ RUHUNA GİDER Mİ?
İzmirli bir avukat dava için Trabzon'a gelmiş. Sohbet esnasında, okunan duaların ölünün ruhuna gidip gitmeyeceği tartışılmış. Avukat, okunan duaların ölülerin ruhuna gitmeyeceğine inanıyormuş.
'Seni ancak Cansız Hoca ikna edebilir' demişler.
Hocanın tavla oynadığı kahveye gidilmiş.
Adam sorusunu yineleyince, aralarında şu diyalog geçmiş.
- Elbette gider.
- Peki nasıl gider?
- Senin anan, eşin, kızın var mı?
- Var.
- Nerede oturuyorlar?
- İzmir'de.
- Senin ananı, avradını, kızını...
- (Adam sinirlenerek hocanın üzerine yürümüş) Ne biçim konuşuyorsun sen?
- Niye sinirleniyorsun? Duaların buradan ahirete gittiğine inanmıyorsun da, küfürlerin buradan İzmir'e gittiğine niye inanıyorsun? 

10 Kasım 2010 Çarşamba

dağ başını efkâr almış
gümüş dere durmaz ağlar
gözyaşından kana kesmiş gözlerim
ben ağlarım çayır ağlar çimen ağlar
ağlar ağlar cihan ağlar
mızıkalar iniler ırlam ırlam dövülür
altmış üç ilimiz altmış üç yetim
yıllar gelir geçer kuşlar gelir geçer
her geçen seni bizden parça parça götürür
mustafa'm mustafa kemal'im

diz dövdüm
gözlerim şavkı aktı sakarya'nın suyuna
sakarya'nın suları nâmın söyleşir
hemşehrim sakarya öksüz sakarya
ankara'dan uçan kuşlar
kemal'im der günler günü çağrışır
kahrolur bulutlara karışır
gök bulut yaşmak bulut
uca dağlar dev boyunlu morca dağlar
divan durmuş bekleşir
mustafa'm mustafa kemal'im

nasıl böyle varıp geldin hoşgeldin
çıngı kaymış yalazlanmış gözlerin
şol yüzünde güneş südü sıcaklık
ellerinden öperim mustafa kemal
senin dalın yaprağın biz senin fidanların
biz bunları yapmadık
sen elbette bilirsin bilirsin mustafa kemal
elsiz ayaksız bir yeşil yılan
yaptıklarını yıkıyorlar mustafa kemal
hani bir vakitler kubilay'ı kestiler
çün buyurdun kesenleri astılar
sen uyudun asılanlar dirildi
mustafa'm mustafa kemal'im


karalar kuşanmış karadeniz akmam diyor
dokunmayın ağlamaktan bıkmam diyor
bu gece kıyamet gecesi bu vapur bandırma vapuru
yattığı yer nur olsun mustafa kemal
ben ölümden korkmam diyor
korkmam diyen dilleri toz oldu toprak oldu
değirmen döndü dolandı yıllar oldu
bir kusur işledik bağışlar mı kimbilir
o bize öğretmedi kazan kaldırmasını
günahı vebali öğretenin boynuna
erdirip oldurana ana avrat sövmesini
yüreğim kırıldı kanım kurudu
var git karadeniz var git başımdan
mızıka çalındı düğün mü sandın
bir yol koyup gideni gelir mi sandın
mustafa'm mustafa kemal'im

ankara'nın taşına bak
tut ki baktım uzar gider efkârım
çayır ağlar çimen ağlar ben ağlarım
gözlerimin yaşına bak
ankara kalesi'nde rasattepe'de
bir akça şahan gezer dolanır
yaşın yaşın mezarını aranır
şu dünyanın işine bak
mustafa'm mustafa  kemal'im


Attila İLHAN

KALPAKLI SÜVARİ

Gecenin arkasında bir yerde,
Ufaldıkça gaz lambaları,
Nehrin omuzlarına yaslanıp
yaşlı ve dindar
Yalnızlıktan soğumuş dağlar,
Kalpaklı bir süvari dolaşırmış gizlilerde,
Köylüler böyle diyorlar,
Yatsıları...

Nal sesleri duyulur mu yağmur olursa
Ne mümkün
En usul havalarda duyulacak
Erzurum'a doğru şah damarın oynar gibi,
Gören eden yok, her nasılsa
Kalpaklı olduğunu biliyorlar.

Bir elinde kılıç, bir elinde sancak,
Kemah köylüğünde,
Fakir fukaraya azık dağıtasıymış,
Üçer arşın kefenlik,
İçlik ve mintan,
Birer kese sarı lira cep harçlığı,
Olur mu  olmaz mı
Orası bilinmiyor...

Tılhas'ta bir kağnıya  dokunmasıyla
bir ne halsa,
Araba traktöre tebdil olmuş
Allah tarafından.
Tercan toprağındaki kerametini
Anlata anlata bitiremiyorlar.
Köylüler böyle diyorlar...

Gecenin arkasında bir yerde,
Ufaldıkça gaz lambaları,
Nehrin omuzlarına yaslanıp
yaşlı ve dindar,
Yalnızlıktan soğumuş dağlar,
Kalpaklı bir süvari dolaşırmış
gizlilerde,
Köylüler böyle diyorlar  
yatsıları...

Kemal Paşa'dır diyorlar...
                             

9 Kasım 2010 Salı

10 Kasım


20/12/2004 tarihli iletimdir (Süyün)
Takvim belki  10  Kasım’ı göstermiyor ama her gün bir kere daha kaybettiğimiz değerlerimizle tekrar tekrar yaşıyoruz 10 Kasım’ın derin acısını .Bu yazıyı Atamızı kaybedişimizin yıldönümünde yazmıştım ama bugünün 20 Aralık olması yalnızca takvim üzerinde değiştiriyor herhalde zamanı .1938’in 10  Kasım’ından beri bize hiç güneş doğmadı ki sabah olsun, gün dönsün, yeni bir güne devretsin .
Bir alagün içerisinde yaşamaya mahkum edilmişiz .Güneşimizin önüne bulutlar konulup bizi aydınlatmasına engel olunmaya çalışılarak .Ve bugün canım istedi paylaşmayı .Paylaştıkça çoğalacağına inanarak

  Bugün On Kasım.
Yıkımların en büyüğünü yaşadı bundan yıllar önce tüm Türkiye .Ve hala o yıkıntıların arasında sesimizi duyurmaya çalışıyoruz o günden bugüne .
   Sesimizi duyan var mı ?Hayır !
 Birisi vardı sesimizi duyan ,hatta o sesi çıkartmamızı sağlayan ,bir milletin içten içe attığı çığlıkları dışarıya yansıtan ,hayatta kalmamız için hayatını gözden çıkaran ,sesimiz ,soluğumuz , dünümüz bugünümüz ve yarınımız olacak olan bir kişi vardı onu da altmışbeş sene önce kaybettik .
    Evet kaybettik .Hiç kimse şimdi bana o bizim kalbimizde yaşıyor ,bıraktıkları ufkumuzu aydınlatıyor şeklinde muhalif cümleler kurmaya çalışmasın .Daha doğrusu kimse kendini kandırmasın .Çünkü kalpte yaşatmak yetmiyor bazen .O kalbi sunabilmek önemli olan korkusuzca .Bir fikri taşıyabilmek yeni ufuklara .
    Görünüşte herkes Atatürkçü .Ama kaç kişi hesabını soruyor ona küfredenlerin ,onun üzerine titrediği cumhuriyetimize küfredenlerin afla birlikte dışarı çıkmasının .
  
Yavaş yavaş uyutulan bir topluluğuz artık, millet olmaktan çok uzaklarda .Bir şekilde kışkırtılmış, bölünmüş, gençleri bile zıt kulvarlara çekilmiş, kimliklerimizin önüne sağcı,solcu damgası basılmış, kim vurduya giden canların ardından biraz daha sessiz kalmaya alıştırılmış bir toplumuz .
     Işıklarımız birer birer sönüyor hiç kimse bu gidişe bir dur diyemiyor.  Uğur Mumcu'nun ,Ahmet Taner Kışlalı’nın, Necib Hablemitoğlu'nun katilleri hiç bir şekilde bulunamıyor, yakalananlarda afla salınıveriliyor ,olmadı uyum yasaları adında yeni kılıflar uydurularak özgür bırakılıyor. Aslında bütün değerlerimize içten içe çok sağlam küfürler ediliyor .Susuyoruz .
      Karanlığa yavaş yavaş alışıyor gözlerimiz, sönen her bir ışıkla ve uyutulmaya çalışılıyor bir millet. Öyle uygunki ortam uykuya .Karanlık ,ısınmış bir ortam yaratılıyor. Tüm bu nedenlerden dolayı hareketleri kısıtlanmış bireyleriz herbirimiz .
       Söz hakkı hep kürsü sahiplerinde ,mevki sahiplerinde .Onlar konuşuyor biz dinliyoruz .Yanlış yada doğru, kaçımız sorguluyoruz, kaçımız karşı çıkıyoruz .Yıpratılmış o kadar çok hayat var ki .Hangi birinin hesabını sorabiliyoruz .Hep korkutuluyor gözümüz işle ,notla .Susturuluyoruz .
        Peki nasıl oluyorda bu kadar karanlık adamlar tarafından güdülüyoruz ?Nasıl oluyorda sönen her bir ışığa karşı bir mum yakamıyoruz ?Verdimse ben verdim diyen başbakanların, cumhurbaşkanlarının güdümü altında, benim memurum işini bilir sözüyle, devletin kendi organlarının kanatılmasına izin veriyoruz .
        Sonra On Kasımlar geliyor izindeyiz Atam diyoruz.
İzine çıkmak için erken değil mi? Görevlerimiz bitti mi? Daha aydınlık bir Türkiye için çalıştık,yorulduk mu? Hangi izin öyleyse bu ?Bilmiyorum .
        On Kasımlar matem havasında geçmesin demiş zamanında bir bilen .Her
konuşmanın, her şiirin ardına alkışlar ekleniyor şimdilerde.Özümseyemedik hala kaybettiklerimizi .Yada özümsenmesini istemiyor birileri .
       Kaybolan ışıklarımız ,itibarımız ve yavaş yavaş yok olmaya başlayan insanlığımız
       Şehit aileleri aç ,çocukları babasız ,eşleri erkeksiz ve bir hain imralıda karnı tok sırtı pek emirler yağdırıyor  hala .
Baklava çalan çocuklar taşıyor cezaların en ağırını sırtlarında, bankaları hortumlayanlar devlet arazilerine kondurdukları saraylarında .
      Binlerce aç çocuk sokaklarda suçla savaşıyor .Böbrek mafyasının elinden ,sapıkların elinden kurtulmaya çabalıyor ve devletin hapisinde güven içinde büyüyen bir bebeğe olan acıma duygusu bu bebekle birlikte milyonu bulan suçluyu da affettiriyor, daha çok korksun diye güvenden yoksun insanlarımız .
       Kimse boş bir arsada tecavüze uğrayıp kafasına taşla vurulmak suretiyle öldürülen çocuğu hatırlamıyor ,doksanlı yıllarda televizyonlarda her akşam görmeye aıştığımız ama her görüntüde kor gibi yandığımız ,göz yaşı akıttığımız bebek cesetlerini hatırlamıyor.
        Nedense kimse suçsuz yere kaybettiklerimize üzülmüyor onlar için bir adım atmak yerine, biraz daha geriye götürmek istercesine,  geçmişte yolumuzu kesen, hızımızı kesen dikenli telleri atıyor etrafımıza .Çevresi tel örgülerle örülmüş bir hayat yaşıyoruz .Büyük adımlar atamadan ,kolumuzu ileriye doğru uzatmadan kafamızı bile fazla kaldırmaya korkarak yaşıyoruz.
        Birileri AB ye girmek istiyorsanız Atatürkçülükten vazgeçmek zorundasınız diyor ve biz o AB ye girmek için fırsat kolluyoruz .
       Ve bugün gelmiş kalbimizdesin diyoruz .
Yetmiyor .  
Süyünbike….                                                                     10.11.2004

4 Kasım 2010 Perşembe

ŞU İNSANOĞLU


İnsanoğlu bir gün virgülü kaybetti ; bütün söyledikleri birbirine karıştı.
Noktayı kaybetti ; düşünceleri uzayıp gitti , ayıramadı onları.
Ünlem işaretini kaybetti bir gün de ; sevincini, öfkesini, tüm duygularını yitirdi.
Soru işaretini kaybettiği gün de soru sormayı unuttu.
İki noktayı kaybetti bir başka gün ; hiçbir açıklama yapamaz hale geldi.
Yaşamının sonuna geldiğinde elinde yalnızca tırnak işareti kalmıştı ; “ İçinde de başkalarının düşünceleri vardı yalnızca.”

(03.02.2002 tarihli Açık Pencere-Melih Aşık yazısından )

2 Kasım 2010 Salı

KADER ------ Yokluk Tamircisi

Deniz kıyısında bir ihtiyar taşçı kayayı yontmaktadır.  Güneş onu yakıp kavurur. O da Tanrıya yakarır keşke güneş olsaydım diye. "Ol" der Tanrı. Güneş oluverir. Fakat bulutlar gelir örter güneşi, hükmü kalmaz. Bulut olmak ister. "Ol" der Tanrı. Bulut olur. Rüzgâr alır götürür bulutu, rüzgârın oyuncağı olur. Rüzgâr olmak ister bu kez.  Ona da "Ol" der Tanrı. Rüzgâr her yere egemen olur, fırtına olur, kasırga olur.Her şey karşısında eğilir. Tam keyfi yerindeyken koca bir kayaya rastlar. Ordan eser burdan eser, ama kaya banamısın demez! Bildiniz, Tanrı kaya olmasına da  izin verir. Dimdik ve güçlü durmaktadır artık dünyaya karşı... Ama sırtında bir acı ile uyanır.... Bir ihtiyar taşçı kayayı yontmaktadır. ( Kaderini sev ! Belki seninki en iyisidir...) 
      
"Amor Fati - Nietzsche "

****************************************** 


Mailime gelen bir fotoğraf ve altındaki yazıyı da paylaşmak isterim.... Bana gönderenin ve fotoğrafın asıl sahibinin affına sığınarak.....


-->
Yokluk Tamircisi

" Bu da mi tamir edilir, deme evlat.
Garibin neyi kaldi soguk kuyu lastik ayakkabisindan gayri ?"