20 Aralık 2009 Pazar
13 Aralık 2009 Pazar
Ot İçen Var mı?... ERDAL ATABEK
Bu soruyu ‘50 Cent’ adlı müzik grubunun solisti izleyicilere soruyor.
Yer, Turkcell Kuruçeşme Arena gösteri alanı.
İzleyiciler, büyük çoğunluğu 20 yaşın altında gençler.
Büyük bir kalabalık var. Grup coşkuyla destekleniyor.
Fakat soru netameli türden.
‘Ot’, burada yasak.
Hiç katılım olmayınca, soru yineleniyor:
‘Hey, aranızda hiç ot içen yok mu?’
Çekingenlikle kalkan 15-20 el hemen geri çekiliyor.
Ot, Amerika’da üzerinde pek tartışılmayan bir uyarıcı.
Amerika kokain bataklığına saplanmış.
Ne yapsalar lise öğrencilerine kadar yayılan soruna çözüm bulamıyorlar.
50 Cent solistinin sorusu bir şaka.
Gençlere atılan bir yakındaşlık bağı.
Konser büyük bir coşkuyla bitiyor.
Ünlüler de orada.
‘Gençler nerede’ diye merak edenlere duyurulur.
Gençler orada.
***
Merak ederiz.
Önceleri panelleri dolduran gençler nerede?
Edebiyat toplantılarında göremediğimiz gençler nerede?
Klasik müzik konserlerinde neden gençleri göremiyoruz?
Nerede gençlerimiz?
***
Futbol karşılaşmaları genç izleyicilerle dolu. Oradalar.
Rock konserleri geceden çadır kuran gençlerle dolu.
Rapçilerin konserleri gençlerle dolu.
Popstar yarışmaları gençlerle dolup taşıyor. Oradalar.
Gençleri arıyorsunuz değil mi?
150 kişinin alınacağı açıklanan kadro sınavlarına gidin.
Binlerce genç orada sıra numarası alıyor.
Maden işçisi olmak için üniversite mezunları sırada.
ÖSS sınav salonlarına bakın. Gençler orada.
Bir buçuk milyon genç sınava giriyor.
30 sorudan 15’ine doğru yanıt veren yok.
Matematik 1 ortalaması sadece 9 (yazıyla dokuz). Üçte birini bulmuyor.
Fen Bilgisi 1 ortalaması 4 (yazıyla sadece dört). Doğru yanıt beşe bile ulaşmıyor.
Türkçe ortalaması 14.1. Doğru yanıt yarısına ulaşamıyor.
Otuz öğrenci birinci, ikinci.
Otuz bin öğrenci sıfırcı.
Otuz bin öğrenci, tek bir soruya bile yarım puan verilecek doğru yanıt veremiyor.
Otuz bin lise öğrencisi.
500 öğrencisi olan altmış lise, bir soruya doğru yanıt veremeyen öğrenciyi mezun ediyor.
Bu otuz bin öğrenci lise mezunu oluyor.
Ne yapacaklar?
Nerede iş bulacaklar?
Nasıl para kazanacaklar?
Özsaygıları ne olacak?
Nereden özdeğer kazanacaklar?
Özgüven kaynakları ne olacak?
Bir milyon işsiz genci olan Türkiye.
2008 yılının 3 milyon 776 bin işsizin bir milyonu genç.
İşsiz, aşsız umutsuz bir milyon genç.
***
Okullar sıkıcı ama futbol eğlenceli.
Matematik neye yaracayacak belli değil, ama eğlence çok yarayışlı.
Fen pek zahmetli de, hoplayıp zıplamak iyi geliyor.
Yarısı Türkçe yarısı İngilizce idare ediyoruz.
Ne Türkçemiz tam ne İngilizcemiz.
Ot içenimiz var mı bilmiyorum ama, zokayı yutanımız çok...
ERDAL ATABEK - 20/07/2009 - (2000’Lİ YILLARDA - Cumhuriyet)
7 Aralık 2009 Pazartesi
Saat Kaç?.. İlhan Selçuk
10 Kasım 2009
Atla deve değil, gözünüzde büyütmeyin, insanlık tarihini ele alırken dönüm noktaları vurgulandı mı iş kolaylaşır…
Geçmişte insanın tohumlanmasından sonra başlayan göçerlik süreci insanın toprağı tohumlamasına dek sürdü…
Sonra?..
Bir arada yaşamanın zorunlu kıldığı kurallar devlet düzenini ortaya çıkardı…
Sonra?..
Akıl devreye girinceye dek devlet düzeni inançla, dinle özdeşti…
Ne zamana kadar?
*
Tarih krallar, imparatorlar, şahlar, padişahlar, savaşlar, istilalar falan, filan meşheri…
Ezber.. ezber.. ezber..
Canımıza okunuyor…
Tarihin anlamını açıklamadan öğrenciye yaşanan olayları ezberletmek, belleğe işkencedir…
Başlangıçtan 1789’a dek geçmişte kurulan tüm devletler dincidirler…
İster Hıristiyan olsun..
İster Müslüman..
İster başka dinden..
Ne olursa olsun..
Ne fark eder ki?..
İnsan birey değil, kuldu geçmişte; kralın, imparatorun, senyörün, padişahın, prensin, şahın emrinde kul…
*
Koskoca tarih kapsamında insan bilim devrimiyle birlikte sanayileşme sürecine girmiş; ‘Rönesans’ı, ‘Reform’u, ‘Aydınlanma’yı yaşayarak laikliği benimsemiş, demokrasi düzenini kurmuş…
Nerede?..
Hıristiyanlık dünyasında!..
Nerede?..
Avrupa’da..
Ya İslam coğrafyasında ne var ne yok?..
Dinci devlet sürüyor…
Ve sürmekte..
*
Bir tek istisna Türkiye!..
Ve müstesna Atatürk !..
Ülkede en bilimden uzak kişinin bile bu olanağanüstü durumu öğrenmesi, bilmesi, kafasına çakması geleceğimizin güvencesi için gerek…
*
Batı‘daki gibi bilimsel devrim, Reform, Rönesans, sanayileşme, Aydınlanma evrelerini yaşamadan çağdaşlaşmak için, hem emperyalizme karşı ulusal kurtuluş savaşı veren, hem savaşı Aydınlanma Devrimi’ne dönüştürerek laik Cumhuriyet devleti kuran lider Mustafa Kemal Atatürk’tür…
Ve bu nedenledir ki Türkiye bugün Avrupa Birliği’ne üye olabilecek kimliğe erişmiştir.
Gireriz, girmeyiz..
O başka iş!..
*
Reform, Rönesans, Bilimsel Devrim, sanayileşme, endüstri burjuvasının ve proletaryanın oluşmasıyla tabandan tavana doğru dinci devleti yıkarak laikliği benimsemek ve demokrasiye geçmek bir başka tarihsel süreç…
Emperyalizme karşı Milli Kurtuluş Savaşı’yla tavandan tabana laiklik ve demokrasiyi kurmak bir başka tarihsel süreç…
Atatürk zorunlu olarak ikinci süreci yeğledi ve hayata geçirdi…
Tarihte bir eşi daha yoktur…
Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin de tarihte ve günümüzde bir eşi daha yoktur…
*
Her devrimin ‘eşyanın tabiatı icabı’ bir karşıdevrimi oluşur…
Bugün Türkiye’de imam okulunda şartlanmış bir kişinin iktidara oturması karşıdevrimin başarısını vurgulamaktadı r…
Karşıdevrim tabanını oluşturdu, iktidara geçti…
Biz buna karşı ne yapıyoruz?..
Türkiye bugün uygarlık kapsamında topun ağzındadır…
Dinci devlete geri dönüşü savunan partiler, gazeteler, televizyonlar, tarikatlar, cemaatler, kurumlar, okullar seferberlik durumundadırlar…
Tümü de Atatürk düşmanıdırlar…
İnsanlık tarihinde bir olağanüstü uygarlık devrimini gerçekleştirmiş kişiyi yıkmak istiyorlar…
Evet, tekrar soruyorum: Biz bu seferberliğe karşı ne yapıyoruz?..
Türkiye topun ağzındadır..
Top ne zaman patlayacak?. .
Saat kaç?..
(10 Kasım 2006 tarihli yazısı)
24 Kasım 2009 Salı
Bugün öğretmenler günü...Özür dilerim öğretmenim....
19 Kasım 2009 Perşembe
Bardağı Yere Bırakın Bugün

Profesör elinde içi dolu bir bardak tutarak dersine başladı
Herkesin göreceği bir şekilde tutuyordu ve ardından sordu :
"Bu bardağın ağırlığı sizce ne kadardır?"
'50gm!' .... '100gm!' .....'125gm' ..diye öğrenciler yanıtladı.
"Bardağı tartmadıkça gerçekten ben de bilemem," dedi profösör, "ama, benim sorum şu ki : "Bu bardağı böyle birkaç dakikalığına tutsaydım ne olurdu?"
'Hiçbir şey' …..diye yanıtladı öğrenciler.
"Tamam peki 1 saat boyunca tutsaydım ne olurdu?" diye sordu profesör bu kez…
"Kolunuz ağrımaya başlardı efendim" diye öğrencilerden biri yanıtladı
"Haklısın, peki şimdi ben 1 gün boyunca tutsam ne olurdu?"
"Kolunuz iyice ağrır, kas spazmı, batar vs gibi sorunlar yaşardınız ve hastaneye gitmek zorunda kalı rdınız!"….. tüm öğrenciler çeşitli yorumlar yaptı ve gülüştüler
"Çok iyi. Peki tüm bu sorunlar olurken bardağın ağırlığında bir değişme olur muydu?"
diye sordu profesör.
"Hayır…." diye yanıtladı herkes
Peki o zaman kolun ağrımasına ve kas spazmına neden olan neydi?"
Öğrenciler bulmaca çözermişçesine düşünmeye başladılar.
"Acıdan ve ağrıdan kurtulmak için ne yapmam gerekir bu durumda?"diye tekrar profesör sordu. "Bardağı bırakın düşsün!" diye öğrencilerden biri yanıt verdi.
"Kesinlikle! " dedi, profesör.
"Hayatın problemleri de böyle bir şeydir. Onları kafanda birkaç dakika tutarsın. Bir sorun yokmuş gibi görünür. Uzun bir süre düşünürsün. Başınız ağrımaya başlar.
Daha uzun düşünün. Artık seni bitirmeye ve hiçbir şey yapamamana neden olur.
Hayatınızdaki mücadeleleri ve problemleri düşünmek önemlidir,
Fakat DAHA ÖNEMLİSİ onları her günün sonunda, uyumadan önce yere bırakmaktır (bardak gibi). Bu şekilde strese girmez, ve her gün taze bir beyin ile uyanır ve her konuyla ve yolunuza çıkan her mücadele ile başa çıkabilecek güçte olursunuz!
Bu yüzden bugün ofisten ayrıldığınızda,
Sevdiklerinize şunu hatırlatın :
'Bardağı yere bırakın bugün!'
13 Kasım 2009 Cuma
Al sana 'yalnız Atatürk'
2008 Kasımda maillere düşen bir yazı....
Bugün iki önemli isimden iki çok önemli anı aktarmak istiyorum Atatürk hakkında. İkisi de son günlerde moda olan "Atatürk halktan kopmuştu, ölürken yapayalnızdı, hep hatırlanmak isteyen bir ruh hali taşıyordu" diye başlayıp, Atatürk'ü yerin dibine batırmak için uğraşan sözde aydın, liberal, demokrat ve Türkiye sevdalılarına çok güzel yanıt veriyor.
İlk anı Mina Urgan'dan. Deniz Adanalı bir ara Cumhurbaşkanı olmasına ramak kalan Vecdi Gönül'ün "Yahudiler, Rumlar, Ermeniler kalsaydı milli devlet olur muyduk" sözlerinin kendisine çok dokunduğunu belirterek aradı ve "Ne hale geldik, Türkiye'de azınlık sorunu yokken şimdi bu bölücülüğü körüklemek kadar ülkeye zarar vermeyi çözemiyorum" dedi.
Adanalı bu öfke içinde yıllarca birlikte çalıştığı Vitali Hakko için düzenlediği arşivi karıştırırken bulduğu bir anıyı paylaştı. "İşte böyle anlarda insanın önüne çıkıyor bu ibret dolu anılar" diye konuştu.
Adanalı'nın sözünü ettiği Mina Urgan'ın anısı "Bir Dinozorun Anıları" adlı kitapta da yer alıyor. Şöyle:
"Cenazeyi aile dostu bir avukatın Karaköy'de caddeye bakan bürosundan seyrettik. Büro yüksek kaldırımın tam altındaydı. Top arabası görününce ansızın şiddetli bir dolu yağıyormuşçasına (çıt çıt çıt) sesleri geldi oradan. Meğer eskiden basamaklı olan yüksek kaldırımda toplanan Yahudiler dinlerinin yas geleneğine uyarak giysilerinin düğmelerini aynı anda koparmışlar yere atmışlardı. Düşen düğmelerdi o dolu sesini çıkaran."
Bu anı Türkiye Cumhuriyeti' nin kurucusuna hiçbir dini ve milli ayırım yapmadan bağlı olan ve kendini Türk hisseden insanların sevgisinin bir sembolüydü bana göre.
Diğer anıyı ise hangisi olduğunu hatırlayamadım, ama halkla ilişkilerin duayeni Betül Mardin bir TV'de anlatmıştı.
Betül Mardin 1938'de okuluna her gün tramvayla gidip gelirmiş. Anlattığına göre tramvay Dolmabahçe önüne geldiğinde vatman aracı durdurur, hemen aşağı inip bir koşu Saray'ın kapısındaki nöbetçiye gider ve "Gazi bugün nasıl?" diye sorarmış.
Sonra da aldığı cevabı tramvay yolcularına aktarırmış. Eğer cevap "Ateşi biraz düştü, bugün daha iyi" şeklindeyse tramvaydan sevinç naraları ve alkışlar yükselirmiş.
Yok eğer cevap "Ateşi çıktı, bugün pek iyi değil" olursa tramvaydakilerin çoğu hıçkırarak ağlamaya başlarmış.
İşte yalnız Atatürk buydu.
küçük bir şiir...
Rüzgarını yüzüne vuran,
Hiç olmazsa martılarını kovala,
Doyabildiğince yaşa,
Denizi görüpte yaşamadıktan sonra,
YAŞAMAK
Yaşamak değildir asla !...
Kime ait olduğunu bilmediğim ve daha doğrusu nereden bulduğumu da hatırlamadığım bir güzel şiir.... :)
10 Kasım 2009 Salı
SAYGIYLA . . .
10 Ekim 2009 Cumartesi

İlerici bir din adamının söylemi (çok hoş bence):
"Yoksullara, açlara , evsizlere yardım elini uzattığında ,onları yedirip içirdiğinde,giydirdiğinde sana AZİZ derler.Ama ne zaman onları bu yoksulluklarının ve açlıklarının nedenlerini düşünmeye davet edersin, işte o zaman sana KOMÜNİST derler.
(06/10/09 - Tuncay Temiz'in yazısından alıntı)
http://ulusalgundem.net/index.php?option=com_content&view=article&id=1428:dunya-cocuk-gunu&catid=42:tuncay-temiz&Itemid=520
23 Eylül 2009 Çarşamba
Bu üçü varsa hayat güzeldir...
İçlerinden birinde şemsiye vardı.
Bu inançtır.
Babalar bebeklerini havaya hoplatır, çocuklar gülmekten bayılır. Yere düşeceklerini akıllarına bile getirmezler. Çünkü babaları onu tutacaktır.
Bu güvendir.
Yatağımıza girerken yarın uyanıp yaşamaya devam edeceğimize dair garantimiz yoktur. Ama yine de ertesi güne dair planlar yaparız.
Bu ümittir.
Ve bu üçü varsa, hayatınız güzeldir...
eskiden . . .
" Yaşı yeterince olgun olanlar hatırlarlar;
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, çok güzel bir ülkede mahalleler varmış.
Bu mahallelerin çocukları birbirlerini çok severlermiş.
Dışarıdan gelen parolalı bir ıslığa uçarak aşağı iner, beraber olacakları anları iple çekerlermiş. Kavga etseler de kin tutmaz, her gün yeniden dünyalar kurarlarmış.
Herkeste paylaşma duygusu, sevgi ve arkadaşlarını kollama duygusu yavaş yavaş gelişirmiş. O zamanlar çocuklar okula servis ile değil, köşe başında buluşarak giderlermiş.
Onların yolunu gözlememiş evdeki bilgisayar, şehrin en iyi dershanesi, hazırlık kursları.
Bilmezlermiş; hamburgeri, MTV’ yi, İnterneti, cep telefonunu… Bilirlermiş duvarların üzerinde sohbet etmeyi, hatıra defterleri doldurup sevgileri keşfetmeyi...
Bilirlermiş horoz sekercisini, elleri kirli macuncunun tornavida ile koyduğu rengârenk macunları. Eve gitmeyi unutmayı, hava kararınca dayak yemeyi, sonra bir ıslıkla tekrar aşağıya kukalı saklambaca kaçmayı...
Bilirlermiş o hakkında türlü şeyler söylenen evdeki garip adamdan korkmayı, küsmeyi, ayni kıza asılmayı, torbalarla misket toplamayı, gıcır köstek ayırmayı, değiş tokuş kaybedince kapısı, Teksas'ı, Tommiks'i, Konyakçi'nin dişlerini... İç içe konan naylon topları, tastan kale direklerini. Üç korner bir penaltıyı. Üzerine apartman yapılan top sahalarını, sonra o apartmana taşınan yeni dostları ve onları kapma yarışını...
Otobüsteki biletçinin lastik silgi sarılı kalemini, yoğurtçuyu, kalaycıyı, hallacı...
Evlerin arkasındaki odun kömür depolarını. Yakar topun yakışını. Mantarlı gazoz kapaklarını, yaldız kazımayı. Yandaki mahalle ile alınan kavgayı, her kavganın çıkardığı kahramanı-ödleği...
Kan kardeşliğini, ip atlama, lastiğe basma, topaç virtiözlügünü, çelik çomağı, kırılan camları, toplanan paraları... Açık hava sinemalarını, frigo buzu...
Sonra zamanla bu güzel ülkede durumlar değişmeye başlamış...
Yaslar ilerledikçe bu birliktelik, koruma kollama duyguları bu mahallenin çocuklarının başlarına çok isler açmış...
Daha sonra işsizlik, hayat pahalılığı, enflasyon, köseyi dönme, adamını bulma, mali götürme falan derken, herkes yüzünde soluk bir bakış, içinde hayatin yenilgisi, çaresizlikleri, tatminsizlikleri ile başbaşa kalmış...Çocukları mı? Çocukları simdi koca koca apartmanların arasında, nefes alınmaz bir havada, evlerinde, sanal bir dünyada, emniyet içinde ve yalnız yaşıyorlar.
Anneleri babaları onları çok seviyor. Hastalık kapmasınlar diye kalabalık ortamlara hiç sokmuyor. Hafta sonları hep beraber Karum ya da Galleria'dalar...
Okul servisleri çocukları neredeyse yataklarından alıyor. Çocuklar trafik kaygısıyla, kösedeki markete dahi gönderilmiyor...
Babalar şirketlerin bilânçolarını, çocuklar da dershane reytinglerini izliyorlar. Hepsi birer test uzmanı, sayısal-sözel yuvarlanıp gidiyorlar...
Seksek oynamayı değil ama taban puanları çok iyi biliyorlar...
Hayata açılan pencereleri Windows 95, 98... Onlar ekrana, ekran onlara bakıyor ve koca bir hayat dışarıda akıp gidiyor...
Ve şehrin dışında ağaçlar;
Ağaçlar; tırmanacak, salıncak kuracak, kalp kazıyacak mahalle çocuklarını bekliyor. Paylaşmayan,
yalnız, bencil, kafesler içinde, gürbüz, güvendeki çocukları...
Hiç sopa yememiş, ağaçtan düşmemiş, topu yandaki bahçeye kaçmamış, dizlerinde yara kabukları olmamış çocukları ..."
Can Yücel
22 Eylül 2009 Salı
11 Eylül 2009 Cuma
MESELE KUYUMCUYU BULMAKTIR ! Biz kuyumcuyuz?
sadece fiyatlarını ve ne dediklerini öğren, gel bana bildir.
Öğrenci elindeki ile çevresindeki esnafı gezmeye başlar.
İlk önce bir bakkal dükkanına girer ve "Şunu kaça alırsınız?" diye sorar . Bakkal parlak bir boncuğa benzettiği nesneyi eline alır; evirir çevirir; sonra: "Buna bir tek lira veririm. Bizim çocuk oynasın" der.
İkinci olarak bir manifaturacıya gider. O da parlak bir taşa benzettiği nesneye ancak bir beş lira vermeye razı olur.
Üçüncü defa bir semerciye gidir: Semerci nesneye şöyle bir bakar, "Bu der "benim semerlere iyi süs olur. Bundan "kaş dediğimiz süslerden yaparım. Buna bir on lira veririm."
En son olarak bir kuyumcuya gider. Kuyumcu öğrencinin elindekini görünce yerinden fırlar. "Bu kadar değerli bir pırlantayı, mücevheri nereden buldun?" diye hayretle bağırır ve hemen ilâve eder. "Buna kaç lira istiyorsun?" Öğrenci sorar: Siz ne veriyorsunuz?" "Ne istiyorsan veririm." Öğrenci, "Hayır veremem." diye taşı almak için uzanınca kuyumcu yalvarmaya başlar: "Ne olur bunu bana satın. Dükkânımı, evimi, hatta arsalarımı vereyim." Öğrenci emanet olduğunu, satmaya yetkili olmadığını, ancak fiyat öğrenmesini istediklerini anlatıncaya kadar bir hayli dil döker.
Mücevheri alıp kuyumcudan çıkan öğrencinin kafası karma karışıktır. Böylesi karışık düşünceler içinde geriye dönmeye başlar. Bir tarafta elindeki nesneye yüzünü buruşturarak 1 lira verip onu oyuncak olarak görenler, diğer tarafta da mücevher diye isimlendirip buna sahip olmak için her şeyini vermeye hazır olan ve hatta yalvaran kişiler..
Bilge hocasının yanına dönen öğrenci, büyük bir şaşkınlık içinde başından geçen macerasını anlatır.
Bilge sorar: "Bu karşılaştığın durumları izah edebilir misin?" Öğrenci: "Çok şaşkınım efendim, ne diyeceğimi bilemiyorum, kafam karmakarışık" diye cevap verir.
Bilge hoca çok kısa cevap verir: "Bir şeyin kıymetini ancak onun değerini bilen anlar ve onun değeri bilenin yanında kıymetlidir."
Her insanın hayatında varlığını ve değerini bilen, hisseden, fark eden kuyumcular mutlaka vardır.
Mesele kuyumcuyu bulmaktadır...
8 Eylül 2009 Salı
Can Dündar ve "Mustafa" filmi Hakkında
Ben Bilkent Universitesi Bilgisayar Muhendisliği bolumunde yuksek lisans
yapmakta olan bir oğrenciyim. Adım Ateş Akaydın.
Ataturk ille ilgili yaptığınız belgeseli uzulerek soyluyorum hic beğenmedim. Ozetle belgeselde rahatsiz oldugum konular şunlar:
Oncelikle, Vahdettin'in Ataturku bilinci olarak vatani kurtarmasi icin Samsun'a gonderdiği konusundaki iddia halen tartışılan,temelsiz ve acık soyleyim Fethullah taraftarları ve Osmanli sevdalilari tarafindan sIklikla dile getirilen bir goruştur. Boyle bir konuya belgeselinizin son derece taraflı yaklaşması kanimca cok uzucudur. Bilakis Vahdettin Ataturk icin
tutuklama ve idam karari cıkartılmasına on ayak olmuş biridir.
Ikinci olarak, Mustafa Kemal'i Ataturk yapan ve en buyuk savaşlardan biri Canakkale savaşına son derece az yer verilirken, Ataturk'un ozel hayatina, ozellikle Madame Corinne'e yazdiği mektuplara gereksiz derecede cok yer verilmistir.
Belgeselinizde Ataturk'un yuksek idealleri ve amaclari etrafinda sekillenmek yerine, Ataturk'un aldigi - ve kanimca alinmasi Cumhuriyetimiz icin hayati zorunluluk teskil eden - kimi kararları Ataturk'un kişiliğine zarar verecek şekilde kullanmanız kabul edilemez. Ozellikle Ataturk'un Ankara Meclisinin acılması sırasında takiyye yaptiğini ima eder şekildeki aciklamalariniz, Ataturk’un Lenin kozunu oynadiğini dile getirirken ustune vura vura “;musluman ve komunist yoldaşlarım”; şeklinde ifadelerin gectiği gazete kupurlerine ozellikle yer vermeniz, uslup acisindan cok uzucudur ve kullandiginiz ifadeler de Ataturk'umuzu dinsiz bir komunist gibi gostermektedir. Bu olaylar ile ilgili gercekler, maksatlar ve yontemler ayirt edilebilir şekilde ve duzgun bir uslup ile sunulabilirdi ama siz bundan gordugum kadariyla kacinmissiniz.
Ataturk'un not defterindeki, kendisinin iktidara gelmesi halinde bir darbe ile ve zorla sistemi baştan aşagıya değiştirecegi konusundaki ifadelerin pek cok kere vurgulanmiş olmasi,Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının liderleri ve silah arkadasları nı idama gondermiş olması ya da onları bastırmış olması, Mussolini'nin ressamina bir portresini yaptırmıs olmasına ve ressamin yorumlarina ozellikle yer verilmesi ve Avrupada kimi gazeteler tarafından bir diktator olarak nitelendirilmesine ozellikle yer verilmis olması bence Ataturk'un kişiliğine hakarettir. Yine ayni donemdeki gazeteler Ataturk'un dunya tarihinde bin yilda bir gorulen bir dahi oldugunu beyan etmektedir. Ve sizin calismaniz, Ataturk'un butun
dunyanin kabul ettigi bir dahi ve gercek bir lider oldugunu adeta saklamak ister bicimde secilmis gazete kupurleriyle doludur. Bunlar Ataturkumuzu sanki bir diktator gibi gostermektedir! Size soruyorum sayin Dundar siz Şeriatla ve Faşizmle yonetilen bir ulkede Cumhuriyeti getirmeyi başaran, kadınları sosyal hayata katan, nerdeyse hic okuma yazma bilmeyen bir halkı 10 sene gibi kısa bir surede okuma yazma bilir hale getiren kac tane
diktator gordunuz? Medeniyet icin gerekli yol ve yordamları lutfen diktatorlukle karistirmayiniz. Siz Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının irticai faliyetlerinden bahsettiniz mi? Kubilay olayindan ve Ataturke gonlunu vermis diger kemalistlerden bahsettiniz mi? Gercekten bir diktatorluk ve faşizm ornegi gormek istiyorsaniz lutfen bir İran'a bakin
bir Misir'a bakin, Afganistan'a, Pakistan'a bakin. Ve hatta hatta ozellikle AKP iktidariyla birlikte son donem Turkiye'sine bakin.
Hele hele Turkiyemizde Ergenekon gibi eşi kara carşaflı ve kendisi imam hatipli olan ve adı yolsuzluklara bulaşmış bir savcının yonettiği bir dava varken, Ataturkcu dusunce derneginin uyeleri, profesorler, emekli komutanlar, Cumhuriyet gazetesi yazarlari, Cumhuriyet mitinglerini organize edenler, Cumhuriyetle yaşit olan insanlar ve halkin
bilinclenmesine gercekten yardım eden insanlar haklarindaki suclama bile netlik kazanmadan ve onlara bildirilmeden tutuklanirken, ceza evlerinde olume terkedilirken ve DARBECILIKLE suclanirken, sizin cikip da Ataturk'e DARBECI demeniz igrenc ve acıklı bir benzetme olsa gerek!
Turkiye'nin her gun PKK teroru yuzunden sehit verdigi gunumuzde, ulke ic savaşın ve bolunmenin eşiğine gelmişken, o kadar sacmalıkla doldurdugunuz belgeselinizin arasında sanki cok gerek varmiş gibi "Ataturk de Kurtlere Ozerklik verilmesi ile ilgili konusmustu" gibi ifadeler kullaniyor olmaniz yangina benzinle gitmek demek degil de nedir sayin Dundar? Sizin belgeseliniz vizyona girdigi sırada farkındamısınız ki mecliste DTPliler guzelim ulkemi 25 parcaya bolebilmek icin uğraşmaktaydı?
Ataturk'un gunde bir şişe raki bitiren, sarhoş ve yalniz bir adam olarak nitelenmiş olması ve devletin onemli meselelerinin tartisildigi ve Cumhuriyetin coşkusunun yaşandığı Ataturk'un sofrasinin bayagi ve sıkıcı olarak gosterilmesi de ayrı bir konu...
Sayin Sureyya Ciliv'in ve Turkcell'in sponsorlugunuzu yapmaktan vazgecmiş olmasına şaşmamak gerek. Zaten bu karar bile nasil bir manzara ile karşilaşacagimizi işin en başindan haber vermişti. Zaten size olsa olsa "Bizim Universitemizde Ataturku bile eleştirebilirsiniz" diyen vakıf universiteleri sponsor olabilirdi ve oldu.
Sonuc olarak ben bu belgeseli izledikten sonra sizi gercekten cok ayipladim. Siz benim eskiden tanidiğim Can Dundar olmaktan cıkmışsınız. Bu yapim kanimca sadece iki maksatla yapilmiş olabilir diye dusunuyorum. Ya siz Cumhuriyet'in ve Kemalizm'in ilkelerine ters dusup fethullahcilarin,yobazların ve boluculerin ekmegine yag surer bir hale geldiniz ya da entellektuel anlamda Turkiye'de vatan sevdasini, Ataturk sevdasini yitirmis kimi sanatcilar ve yazarlar gibi doğru bilinen ve kabul edilen degerlere radikal ve uygunsuz bir şekilde ters duşuyor olmanin sanat olduğunu dusunmeye başladiniz. Şahsen ben Turkiyenin ikinci bir
Orhan Pamuk'a ihtiyacı olduğunu duşunmuyorum.
Şayet size Ataturk'umuze diktator diyen O Avrupadan ya da O Amerikadan birkac ay icinde 'Mustafa' dan oturu oduller yağmaya başlarsa lutfen bu dediklerimi hatirlayiniz ve ozellikle Şevket Sureyya Aydemir'in "Tek Adam"'ini Ataturk';un "Nutuk"'unu tekrar ve bu sefer anlayarak okuyunuz ve Mustafa;ya Ataturk demeyi ogreniniz!
Vakit ayirdiginiz icin tesekkur ederim,
Ateş Akaydın
Antalya Universitesi'in,aslanlar gibi iktidara direnen,rektorunun ogludur..
Bu iletiyi tek basina kaleme aldigini da ogrendim..
Helal olsun bu gence..
Bu yasta; bu kadar gozlem , bilgi ve ciddiyet....
Bizim Anadolu'muz ne cevherler yetistiriyor..
Okudukca gururlandim..
Ulkemizin yarini asla karanliklarda kalmayacak hatta bir gunes kadar parlak olacak..
Ben zaten umudumu asla kaybetmedim..!!!
Ne mutlu Turkum diyene.!!..mutlu boyle genclere..!!
2 Eylül 2009 Çarşamba
İSRAF
Ellili yılların ortalarında Menderes Hükümeti ülkeyi kalkındırmak için bir dizi programlar hazırlar. İkinci Dünya Savaşından çıktığı halde gözle görülür bir atılım yapan Almanya örnek alınacaktır. Alman ekonomi bakanı Türkiye’ye davet edilir.
Bizim ekonomi planlamacıları na bir konferans verecek olan bakan, lüks bir otelde yemeğe götürülür. Adet olduğu üzere çorba ile başlanır.
Bakan çorbasını bitirirken bizim bürokratlar iki kaşık alıp iade ederler.
Bizimkilerin anlayışında tabağı bitirmek görgüsüzlüktür. Az bir şey de olsa bırakılmalıdır.
Peşinden gelen yemekte de bizimkiler aynı davranırken, bakan yine tabağındakileri bitirir.
En son pilav yenilirken bizimkiler yine iki kaşık alıp iade edecekken Alman Bakan “Durun!” diye çıkışır. “Lütfen herkes tabağındaki pirinç tanelerini saysın!” der tercüman aracılığı ile…
Bürokrat ve politikacılar şaşkın vaziyette misafirin dediğini yaparlar.
“Çıkan rakamları toplayın ve Türkiye nüfusunun yarısı ile çarpın” der.
Rakamlar çarpılır ve tonlarca pirinci israf ettiğimiz anlaşılır.
Bunun ekonomik maliyeti ise korkunç büyüklükte rakamlardır.
Alman Bakan topluluğa döner ve şöyle der:
“Türk Milleti her yıl bu kadar ürünü israf ediyorsa benim size verebileceğim hiçbir ders yok beyler!.. Biz Almanlar doğa üstü bir iş yapmadık, sadece kaynaklarımızı iyi kullandık ve israf etmedik!”
1 Eylül 2009 Salı
Osmanlı ' nın 5 Gemiyle İrlanda ' da Bıraktığı İz
İrlanda 'yı kasıp kavuran kıtlık döneminde, Osmanlı Devleti ' nin yaptığı nakdî ve aynî yardımın hatırasına 2006 Mayıs ayında Dublin ' e yetmiş mil uzaklıktaki Drogheda şehrinde tören yapılarak, o döneme ait tarihî Belediye Binası ' na şükran plâketi asıldı.
Tarihî bilgi ve belgelere göre iki milyon İrlandalının göç etmesine ve ölümüne sebep olan açlık ve kıtlık felâketi sırasında Sultan Abdülmecid, İrlanda halkına 10.000 Sterlin yardımda bulunmak istediğini bildirir. Fakat kendi topraklarına dâhil bulunan bu bölgeye sadece 2.000 Sterlin vermeyi kararlaştıran İngiltere Kraliçesi Victoria, İstanbul ' daki büyükelçisi vasıtasıyla, Sultan ' ın teklifine karşı çıkar ve neticede Osmanlı bağışı bin sterline iner. Sultan Abdülmecid bunun üzerine İrlanda ' ya tahıl yüklü beş gemi gönderir. Fakat İngilizlerin Dublin Limanı ' na sokmadıkları erzak dolu yardım gemileri, yüklerini Drogheda Limanı ' na boşaltır (1847). Bu dönemde İngiltere ve kıta Avrupa ' sı sanayi devriminin getirdiği refah ve zenginlik içinde oldukları hâlde İrlanda ' ya yardım etmezken, Osmanlı ' nın hem maddî sıkıntı içerisinde, hem de çok uzak bir coğrafyada olmasına rağmen insanî yardımda bulunması burada dikkat edilmesi gereken önemli hususlardan biridir.
Drogheda Şehri ' nin Ayyıldızlı Amblemi
İşte, bu hâdisenin hatırasına 800. kuruluş yıldönümünü kutlayan Drogheda Belediyesi ' nce yaptırılan şükran plâketi, 150 yıl önce Türk gemicilerin misafir edildiği eski belediye sarayının duvarına (şimdiki Westcourt Oteli) çakıldı. Düzenlenen törende konuşan İrlanda Büyükelçimiz Taner Baytok, hâdiseyi The Threshold dergisinde, Thomas P. O ' Neill imzasıyla 1957 yılında yayımlanmış yazıdan öğrendiğini söyledi. Baytok, İrlanda asilzâdelerinin padişaha gönderdikleri ve hâlen Topkapı Sarayı Müzesi arşivinde muhafaza edilen teşekkür mektubunun da bu Osmanlı yardımını doğruladığını belirtti. Mektupta şöyle deniyordu: "Aşağıda imzaları bulunan biz İrlanda Asilzâdeleri, Beyefendileri ve Sâkinleri, Majesteleri tarafından acı çeken kederli İrlanda halkına gösterilen cömert hayırseverlik ve alâkaya en derin minnetlerimizi saygıyla takdim eder ve onlar adına Majesteleri tarafından İrlanda halkının ihtiyaçlarını karşılamak ve acısını dindirmek üzere cömertçe yapılan bin sterlinlik bağış için teşekkürlerimizi arz ederiz."
İrlanda ' ya Osmanlı yardımının etkisi öylesine büyük olmuş ki Şehrin ve ülkenin ünlü futbol klübü Drogheda United ' ın simgesinde de ayyıldız kullanılmış. Drogheda 'nın Belediye başkanı Alderman Frank Goddfrey de, şehir ambleminin Osmanlı hilâl ve yıldızı olduğunu hatırlatarak "Şükran plâketimiz, iki ülke insanlarının dostluk sembolü olacaktır, ümidindeyim." dedi. Kıtlık ve Açlık Müzesi müdürü de, Türk halkına ve Osmanlı Devleti ' ne minnettar olduklarını vurguladı.
BÜYÜK İRLANDA KITLIĞI
İrlanda Tarihi 'nin en önemli olaylarından biri olan İrlanda Açlığı, Büyük Kıtlık veya Patates Kıtlığı diye de adlandırılan İrlanda patatesinin zehirlenmesi sonucu ortaya çıkan büyük afette yaklaşık 1 milyon İrlandalı hayatını kaybetmiş ve yaklaşık 2 milyon İrlandalı da çoğunlukla Amerika ' ya göç ederek ülkeyi terk etmiştir. 1845 ' te Amerika ' dan sızan zehirli bir mikroskobik mantar olan Phytophtera İnfestans ' ın, ülkenin en temel gıda maddesi olan patates ürününün üçte birini yok etmesiyle başlayan kıtlıkda ertesi yılki kayıp yüzde 80-90 ' lara kadar ulaştı. Aç halkın tohumlukları da yemesi sebebiyle kıtlık 1847 ' de zirveye ulaştı. İthal tohumların kullanıldığı 1848 ' deki mahsulde ise patateslerin yarıya yakını heba oldu. 1849 ' dan itibaren azalmaya geçen felaket 1851 ' de sona erdi.
Katolik İrlanda, İngiltere tarafından acımasızca sömürülmekteydi. Adanın tarım topraklarının tümü, yaklaşık 10 bin İngiliz ' in elinde bulunmaktaydı . Bunlar, bu toprakları 600 bin İrlandalı çiftçiye kiralıyor, aldıkları yüksek rantlarla İngiltere ' de Lordlar gibi yaşıyorlardı. Nüfus yoğunlundan ötürü toprak kiraları çok yüksekti. En verimli topraklar İngiltere ' ye ihraç edilmek üzere tahıl üretimine ayrılmıştı. Öylesine ki, kıtlığın patladığı 1845 ' te İngiltere ' ye 1 milyon ton tahıl ile 258.000 koyun gönderilmişti. İşçilere ücret ödenmiyor, bunun yerine ücret olarak küçük bir toprak parçası kiralanıyordu. Kiracı çiftçiler ve işçiler, yani 4 milyondan fazla İrlandalı ise tek gıdaları olan patatesi buralarda üretiyorlardı.
Patates Kıtlığı 'nın yaşanmasından sonra başlayan ölümler ve göç olaylarından sonra yaklaşık 8 Milyon olan İrlanda nüfusu bir kaç yıl içinde yaklaşık 5 milyona gerilemiş, Amerikaya göç etmek zorunda kalıp bir daha vatanlarına dönemeyen İrlandalılar ise geride pekçok hüzünlü hikaye bırakmışlardı.
ACI GÜN DOSTU
İngiltere Kraliçesi'nin kendi topraklarına dahil bir bölgeye Osmanlı Devleti tarafından yapılmak istenen nakdî yardımı engellemesi ve yardım miktarını onda bire düşürmesi, ibret verici bir olaydı. Buna karşılık, Osmanlı Sultanı Abdülmecid ' in muhtemel siyasi gerilimleri ve ulaşım güçlüklerini de göze alarak 4.000 kilometre uzaklıktaki fakir bir ülkeye tahıl yüklü gemiler göndermesi tarih sayfalarında benzerine rastlanmayacak bir alicenaplık örneğiydi.
150 Yıl Önce Türk Gemicilerin
Misafir Edildiği Eski Belediye Sarayı
Evet, Avrupa ' nın en batısında, tarih boyunca hiç karşı karşıya gelmediğimiz insanların memleketinde, bizimle ilgili, kitabe diyebileceğimiz bir belge çakılı. Oradaki üç-beş satır, insanlık tarihini anlatan ciltler doluşu kitaba sığmayacak bir mana zenginliği içinde, daha nice asırlar ötesine mesaj verip, ışık tutacak.
17 Temmuz 2009 Cuma
Takım ruhu ve kaz kafalı olmak
V seklindeki formasyonla ucan kaz grubu, birbirlerinin kanat cirpislarindaki hava akimini kullanarak ucusmenzillerini yuzde 71 oraninda uzatiyorlar. Yani tek basina gidebilecekleri maksimum yolu grup halinde neredeyse ikiye katliyorlar.
Bize cikan ders: Belli bir hedefi olan ve buraya ulasmak icin biraraya gelen insanlar oraya daha kolay ve cabuk erisirler.Cunku birbirlerinin cekimini kullanirlar.
* * *
Bir kaz, V grubundan ciktigi anda ucmakta gucluk cekiyor cunku kaldiracla hava akiminin disinda kalmis oluyor.Bunun sonucu olarak hemen formasyona geri donuyor ve "V"nin gucunu kullaniyor. Basta giden V lideri yoruldugunda en arkaya geciyor ve hemen arkasindaki lider konumuna geciyor. Bu degisikligi surekli yapiyorlar.
Bize cikan ders: Liderligi paylasmak ve zor isi rotasyonlu yapmak ivme kazandiriyor.
* * *
Gerideki kuslar ondekileri daha hizli gitmek uzere bagirarak uyariyor.
Bize cikan ders: Takim ruhu.
* * *
Formasyondaki bir kus hastalanirsa veya bir avci tarafindan vurulur da ucamayacak hale gelirse... Dusen kusa yardim etmek uzere formasyondan iki kaz ayriliyor ve korumak uzere yanina gidiyor. Tekrar ucabilene kadar -veya olumune kadar- onunla beraber kaliyorlar. Sonra gider bir V formasyonuna katilir kendi gruplarina ulasincaya kadar beraber ucuyorlar.
Bize cikan ders: isler zorlastiginda kenetlenmenin faydasi ve sadakat.
13 Temmuz 2009 Pazartesi
GEÇMİŞİ UNUTMAMAK
Galata'ya varan ucundaki Azap Kapi'ya da ugrar. Oradan Galata tarafina geçmek isterken Sokullu Mehmet Pasa Camii'nin bulundugu yerde bir kizcagizin oturmus, gözyasi döktügünü görür. Yaklasir, bakar ki, çocugun önünde kirilmis bir testi var.
Sefkatle seslenir:
- Yavrucugum niçin agliyorsun, bosuna gözyasi dökme. Kirilan testi olsun. Sil gözünün yasini. Iste sana testinin parasi. Hemen yenisini al.
Kizcagiz yasli gözlerini silerek baktigi Turhan Sultan'a titrek sesle cevap vermeye çalisir:
- Ben der, testi kirildigi için aglamiyorum. Sabahtan beri iplik gibi akan su basinda bekleyip de doldurdugum testinin suyunu hizmetçilik ettigim eve götüremeyecek kadar beceriksizlik gösterdigim için agliyorum.
Turhan Sultan bu cevaptan çok memnun olur. Orada kizcagizin kim oldugunu sorusturur. Ana-babadan yetim bir öksüz oldugunu, hayirsever bir ailenin yaninda karin tokluguna hizmetçilik ettigini ögrenir. Hemen gidip kizcagizi aileden ister, saray terbiyesine alir.
Fevkalade bir ögrenim kabiliyetine sahip olan öksüz kizcagiz, kisa zamanda inkisaf eder, her konuda sarayda örnek bir hanim haline gelir. Öylesine itibar kazanir ki, onu hayirseverin evinden
alip saraya getiren Turhan Sultan, padisah hanimi olmaya bile layik görür ve nitekim Sultan Mustafa (II) ile evlendirir. Böylece Saliha Hanim, Saliha Sultan unvanini alir, Hanim Sultan olur.
Aradan geçen zaman içinde dünyaya getirdigi oglu Mehmet (I)'in de padisah olmasi sebebiyle bu defa da Saliha Sultan'liktan yükselir Valide Sultan olur.
Ne var ki, Saliha Sultan, Valide Sultan'liga terfi ettigi halde geçmisini asla unutmaz. Öksüzlügünü, hizmetçiligini, hatta kirdigi testinin basinda aglarken elinden tutulup da böylesine
essiz bir mevkiye çikisini, hep düsünür.
Bir gün çevresiyle birlikte testisini kirdigi, basinda gözyasi dökerken elinden tutulup da saraya getirildigi yere gider. Sessizce yine gözyasi dökmeye baslar. Meraklananlar sebebini sorarlar. O da geçmisteki olayi onlara açik seçik anlattiktan sonra emrini verir:
- Testimin kirildigi bu yere öyle bir çesme yapilsin ki, asirlar geçsin; ama çesmenin suyu bitmesin, sanati gözden düsmesin. Testisini kiran kizlar bir daha dolduramam diye gözyasi dökmesin. Su bol aksin.
Sonra ne mi olur? Öylesine bir sanat eseri büyük çesme yapilir ki, aradan asirlar geçer, çesme halen sanatindaki essizligi korumakta, çevreye de su hizmeti vermektedir.
Unkapani Köprüsü'nün Karaköy basinda Sokullu Mehmet Pasa Camii'nin yanindaki çesmeyi bugün olanca ihtisamiyla görmeniz mümkündür.
Demek Saliha Sultan geçmisini unutmamis. Valide Sultan'liga terfi etmesine ragmen hizmetçilik ettigi günleri mukayesesiyle yasamistir. Bu yüzden yaptirdigi çesmesiyle, ben burada testi kiran bir hizmetçi kizdim demek istemis, kendinden sonra gelenlere örneklik etmistir.
Evet, siz de unutmayin geçmisinizi, yokluk, sikinti ve istirap dolu günlerinizi ve su anda sahip oldugunuz imkanlarinizla yapmaniz icap eden hizmetlerinizi. ..


