29 Nisan 2010 Perşembe

Atatürk'le İlgili İlginç Bir Anı


Atatürk ve Ali Rıza Paşa arasında geçen gerçek bir olay.

Yıl 1910.

Fransızlar yeni buluşları olan uçağın tanıtımı için tüm uluslardan katılımcı davet eder. Herkes böyle bir icatın gerçekleşmiş olması nedeniyle şaşkın ve meraklıdır... Dönemin Osmanlı hükümetine de katılımcı için haber gönderilmiş...

Hükümet icatlara oldukça meraklı olan Ali Rıza Paşa’yı gönderelim o meraklıdır demişler... Ve derhal saraya çağırmışlar... Kendisine Fransızların buluşundan bahsetmişler ve Osmanlı yı temsilen gitmesini ıstemısler... Ali Rıza Paşa bu nu biz yapmalıydık demiş içinden hayıflanarak... Yalnız demişler Paşa ya davet 2 kişilik yanına 1 kişi daha al onu da sen belirle demısler... Alı Rıza Paşa biraz düşünmüş ve bir delikanlı var onu götüreyim demiş... Neyse Ali Rıza paşa ve delikanlı Paris’in yolunu tutmuşlar...

Paris’te otel e yerleşmişler...ve buluşun gösterileceği gün kalabalık meydan ve pist herkes merakla bekliyor..derken pilot hazırlıklarını yapıyor...üstüne mont giyiyor birde gözlük takıyor...uçak havalanıyor... Parendeler taklalar manevralar müthiş bir gösteri... Piste iniyor... alkışlar arasında iniyor uçaktan...herkes kıskanç ama şaşkın .... Bir yetkili bir gönüllü istiyor..pilotun arkasında ona eşlik edebilecek cesareti olan.bizim delikanlı atılıyor.. Ben ben... tamam, deniyor ve delikanlıya gözlük ve mont veriliyor...delikanlı montu giyiyor gözlüğü takıyor.. kalabalıktan sıyrılmak üzere iken Ali Rıza Paşa kolundan tutuyor..boş ver sen binme bırak başkası binsin diyor...neden diye soruyor delikanlı bir şey mi hissettiniz.. Yok, sen yine de binme evlat diyor... derken başkası biniyor uçağa..uçak havalanıyor delikanlı öfkeli Paşa ya ... parendeler..manevralar.. derken uçak alev topuna dönüyor ve piste çakılıyor..2 ölü... Delikanlı Paşaya bakıyor hayretler içinde... Paşa mağrur ve mutlu bir insanı kurtardığı için...

ama bir başkası ölmüştü....

ama kurtardığı bir insan değildi....bir ulustu...

Çünkü delikanlı Mustafa Kemal Atatürk' tü....

(Sunay Akın’dan)

SEFİRE YOLU GÖSTERİN

Maillere düşen bir e-posta'dan... Internetteki diğer sitelerde de biraz araştırdım ama gerçekliğini doğrulatamadım , inanmak ve okumak sizlere kalmış....

Fransa’da çok meşhur bir sözlük vardır, Larousse. Burda bir kelime var, décapiter". Bu kelime 1931 yılındaki sözlükte boynunu vurmak diye ifade ediliyor. Kelimenin bir başka anlamı daha var. Kazığa oturtmak, yani sivri bir kazık hazırlamak ve insanları kazığın bir ucu ağzından çıkacak şekilde üzerine oturtmak. Vahşi bir uygulama. Burada kazığa oturtmak deyiminin manasını açıklığa kavuşturmak için örnek veriliyor:

"Türkler bugün bile esirlerini kazığa oturturlar."

Atatürk bunu öğrenince Fransız büyükelçisini yemeğe davet ediyor. Elçi diğer elçilere böbürleniyor, hava atıyor Atatürk tarafından davet edildiği için.. Köşke geliyor, yemekler yeniyor. Atatürk tabii bir şekilde elçiye bu kelimenin anlamını soruyor. O da bildiği anlamı söylüyor.

Atatürk:
"Kelimenin başka bir anlamı var mı?" diye sorunca büyükelçi:
"Bunu söylemek için sözlüğe bakmam gerekir" diyor.

Atatürk daha önce hazırlamış olduğu ve çalışanlarına öğütlediği şekilde Larouse'u getirtip büyükelçinin önüne koyduruyor. Elçi daha işin nereye kadar gideceğinin farkında olmadan hevesle okumaya başlıyor. Ancak kelimenin karşısında kazığa oturtmak konusunda verilen örnek cümleye gelince ancak yarıya kadar okuyabiliyor ve yarısından sonra yutkunarak Atatürk' ün yüzüne bakıyor.

Atatürk diyor ki:
"Demek ki biz Türkler bugün de esirlerlerimizi kazığa oturtuyoruz öyle mi, öyle mi sayın sefir? Sözlüğünüze böyle yazmışsınız , bu doğru mu?

Sefir hemen sözlüğü biraz karıştırıyor ve bir kaçamak noktası bularak diyor ki:
"Efendim bu sözlük Katolik Kilisesi'nin matbaa- sında basılmış, bildiğiniz gibi biz laik ülkeyiz, kilisenin yaptıklarının bizim hükümetimizle bir ilgisi yok. Bizi ilgilendirmez ve biz kiliseye karışamayız."

Atatürk:
"Öyle mi efendim, siz laik bir ülke olduğunuz için demek ki kiliselere karışamıyorsunuz. Öyleyse ben de yarından itibaren İstanbul'daki kiliselerin kapılarına koca birer kilit astırıyorum" diyor.

Bunu duyan sefir birden ayağa kalkıyor ve:
"Ekselans, protesto ederiz " diyor.

Bunun üzerine Atatürk:
"Hani sizi ilgilendirmiyordu, karışmıyordunuz?" diyor ve ilgililere dönerek: "Sefire yolu gösterin" diyerek bir anlamda onu kovuyor.

Sonra ne mi oluyor? Tabi Fransız hükümeti laiklik söylemlerini bir tarafa bırakıyor, hemen o sözlük toplatılıyor ve yeni baskısında o cümle çıkarılıyor.

Namık Kemal Zeybek
Atatürk'e yolculuk - Kanal B Televizyonu

24 Nisan 2010 Cumartesi

Bu gün kaç kişiye ' İyi ki Varsın ' dediniz…? ? ?


Ne güzeldir birine ' İyi ki Varsın' Diyebilmek..
Bu ' biri' hayatınızdaki o boşlukta iyilerin derinliğini bırakmıştır.
Bıraktığı derinlik de, devamında iyi damlalarını ardından getirmek de gecikmeyecek ve 'İyikiler' denizini oluşturacaktır.
Bu deniz berraktır.
Ayaklara batacak çakıldan ıraktır.
Ne kadar derine giderseniz gidin denizin dibi aynı mavilikte olacaktır.
Bu deniz suskundur.
Sizi fırtınalarında savurmaz.
Başka denizlerdeki fırtınaların önceden habercisidir.
Onu izlerken dalıp gidersiniz hayallere, ama şu anki gerçeklerle..
Bu deniz Filizdir.
Yeşilinin taze kokusu,yeni doğuşların müjdesidir.
Emekle beslenir,meyveleri çeşit çeşit renk renkdir.
Bu deniz paylaşımdır.
Lokman ağzındayken, kursağı boş olanları düşünmektir.
'Ne fark eder ki' deyip geçmemektir.
Binlerce deniz yıldızı sahile vurduğunda,'hangi birini okyanusa geri göndereceğiz' dememektir.
Bir tanesi için bile çok şey fark ettiğini bilmektir..
Bu deniz ' Sevgi' dir..
Her harfinin hakkını vererek söylemek,değerini bilerek yaşamaktır.
Sözde değil Özde Sevmektir…
Bu gün kaç kişiye ' İyi ki Varsın ' dediniz…? ? ?

AHDE VEFA


Hz. Ömer arkadaşlarıyla sohbet ederken, huzura üç genç girerler. Derler ki :
-          Ey halife, bu aramızdaki arkadaş bizim babamızı öldürdü. Ne gerekiyorsa lütfen yerine getirin.
 Bu söz üzerine Hz. Ömer suçlanan gence dönerek :
 -          Söyledikleri doğru mu diye sorar.
 Suçlanan genç der ki :
 -         Evet doğru. 
 Bu söz üzerine Hz Ömer anlat bakalım nasıl oldu diye sorar. Genç anlatmaya başlar:
 -        -  Ben bulunduğum kasabada hali vakti yerinde olan bir insanım. Ailemle beraber gezmeye çıktık, kader bizi arkadaşların bulunduğu yere getirdi. Affedersiniz hayvanlarımın arasında bir güzel atım var ki dönen bir defa daha bakıyor. Hayvana ne yaptıysam bu arkadaşların bahçesinden meyve koparmasına engel olamadım. Arkadaşların babası içerden hışımla çıktı atıma bir taş att ı, atım oracıkta öldü. Nefsime bu durum ağır geldi, ben de bir taş attım, babası
öldü. Kaçmak istedim fakat arkadaşlar beni yakaladı, durum bundan ibaret, dedi. Hz Ömer:
           Söyleyecek bir şey yok, bu suçun cezası idam. Madem suçunu da kabul ettin, dedi. Bu sözden sonra delikanlı söz alarak:
 -          Efendim bir özrüm var, diyerek konuşmaya başladı:
 -         Ben memleketinde zengin bir insanım, babam, rahmetli olmadan bana epey bir altın bıraktı. Gelirken kardeşim küçük olduğu için saklamak zorunda kaldım. Şimdi siz bu cezayı infaz ederseniz yetimin hakkını zayi ettiğiniz için Allah(cc) indinde sorumlu olursunuz, bana üç gün izin verirseniz ben emaneti kardeşime teslim eder gelirim, bu üç gün içinde yerime birini bulurum, der.
 Hz. Ömer der ki:
 -          Bu topluluğa yabancı birisin, senin yerine kim kalır ki?
 Sözün burasında genç adam ortama bir göz atar, der ki:
 -          Bu zat benim yerime kalır.
O zat Hz. Peygamber Efendimizin (sav) en iyi arkadaşlarından, daha yaşarken cennetle müjdelenen Amr Ibni As' dan başkası değildir. Hz. Ömer Amr'a dönerek:
 -          Ey Amr, delikanlıyı duydun, der. O yüce sahabe:
-                         Evet, ben kefilim, der ve genç adam serbest bırakılır.
Üçüncü günün sonunda vakit dolmak üzere ama gençten bir haber yoktur. Medine'nin ileri gelenleri Hz. Ömer'e çıkarak gencin gelmeyeceği, dolayısıyla Amr Ibni As'a verilecek idam yerine maktulün diyetini vermeyi teklif ederler, fakat gençler razı olmaz ve babamızın kanı yerde kalsın istemiyoruz derler. Hz. Ömer kendinden beklenen cevabı verir der ki:
-          Bu kefil babam olsa fark etmez cezayı infaz ederim. Hz Amr Ibni As ise tam bir teslimiyet içerisinde der ki:
 -          Biz de sözümün arkasındayız. Bu arada kalabalıkta bir dalgalanma olur ve insanların arasından genç görünür. Hz. Ömer gence dönerek derki:
 -          Evladım gelmeme gibi önemli bir nedenin vardı neden geldin?
 Genç vakurla başını kaldırır ve (günümüz insani için pek de önemli olmayan):
 -          'AHDE VEFASIZLIK ETTI' demeyesiniz diye geldim der. Hz. Ömer başını bu defa çevirir ve Amr Ibni As'a der ki:
 -         Ey Amr, sen bu delikanlıyı tanımıyorsun, nasıl oldu onun yerine kefil oldun?. Amr Ibni As Allah kendisinden ebediyyen razı olsun, vakurla kanımızı donduracak bir cevap verir:
 -          Bu kadar insanın içerisinden beni seçti.'İNSANLIK ÖLDÜ 'dedirtmemek için kabul ettim, der. Sıra gençlere gelir, derler ki:
 -          Biz bu davadan vazgeçiyoruz.
 Bu sözün üzerine Hz Ömer:
 -          Biraz evvel babamızın kani yerde kalmasın diyordunuz ne oldu da vazgeçiyorsunuz, der. Gençlerin cevabı da dehşetlidir:
 -          MERHAMETLİ İNSAN KALMADI' DEMEYESINIZ DİYE…

22 Nisan 2010 Perşembe

FİLMAJANDA-------Eşkıya (1996)

Başrollerini Şener Şen ve Uğur Yücel'in paylaştığı 1996 yapımı film. Yavuz Turgul'un yönettiği ve senaryosunu yazdığı Eşkıya, 1996-1997 sezonunda 2.5 milyon kişi tarafından izlenerek o tarihe kadar Türk sinemasının en yüksek gişe hasılatı elde eden filmi oldu. Bu başarı, 1980'li yıllardan itibaren üretim ve seyirci sayısı bakımından büyük bir çöküş yaşayan Türk sinemasının kaderini değiştiren bir dönüm noktası sayılmaktadır.

Şener Şen, film hakkında şu yorumu yaptı:
“Bu filmde insanımızı, kendi öz kişiliğimizi beyazperdeye aktarmaya çalıştık. Bizi anlatarak evrenselliğe ulaşım yolunu bulacağımızı sanıyoruz.”

Eşkıya, yabancı film dalında Türkiye'nin Oscar aday adayı oldu fakat aday listesine alınmadı.

Konusu şu şekildedir:
35 yıl önce Cudi dağlarında bir grup eşkıya jandarma tarafından yakalanır. 35 yıl içinde eşkıyaların hepsi ya hastalıktan ya da hesaplaşmalardan ötürü can vermiştir. Biri dışında; Baran (Şener Şen). Baran 35 yıl sonra hapisten çıkınca ilk işi köyüne dönmek olur. Ama doğduğu topraklar şimdi baraj suları altındadır. Geçmişin izlerini sürmeye başlayan Eşkıya, yıllardır bilmediği bir gerçeği öğrenir. Hapse düşmesine en yakın arkadaşı Berfo'nun (Kamran Usluer) ihaneti neden olmuştur. Berfo Eşkıya'nın çocukluk aşkı Keje'yi (Sermin Hürmeriç) satın alarak İstanbul'a kaçmıştır. Eşkıya ne İstanbul'u ne de Berfo'nun adresini bilmemektedir. Trende Beyoğlu'nun arka sokaklarında büyümüş, pavyon, kumarhane, uyuşturucu muhabbetinin içinde yaşayan genç bir adamla; Cumali (Uğur Yücel) ile tanışır.


Aldığı Ödüller:

  • 1997 Bogey Ödülü, Almanya
  • 1998 Festróia - Tróia Uluslararası Film Festivali, Altın Yunus, Portekiz
  • 19. Sinema Yazarları Derneği Türk Sineması Ödülleri
·        En İyi Film (Yavuz Turgul)
·        En İyi Senaryo (Yavuz Turgul)
·        En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu (Melih Çardak)
·        En İyi Müzik (Erkan Oğur)
 
 

20 Nisan 2010 Salı

Hayat


Kepekli pirinçten çok ye.
İnsanlara beklediklerinden daha çok şey ver ve bunu zevk alarak yap.
En sevdiğin şiiri ezberle.
Dinlediğin her şeye inanma, sahip olduğun her şeyi harcama ve istediğin kadar uyuma.
'Seni seviyorum' dediğinde, cidden söyle.
Üzgünüm dediğinde, o kişinin gözlerinin içine bak.
İlk bakışta aşka inan.
Başkalarının düşleriyle asla alay etme.
Tutkuyla ve derinden sev. Sonradan yara alabilirsin belki, ama hayatı komple yaşamanın tek yolu budur.
Anlaşmazlık durumlarında, dürüst ol.
Kimseyi kırma, hakaret etme.
İnsanları akrabalarına göre yargılama.
Biri sana, yanıt vermek istemediğin bir soru yöneltirse, gülümse ve en büyük aşkın ve en büyük başarıların daha büyük riskleri olduğunu hatırla.
Anneni ara.
Kaybettiğinde, ders al.
3 'S'yi unutma: Kendine Saygı; başkalarına Saygı; herşeyde Sorumluluk.
Küçük bir anlaşmazlığın büyük bir arkadaşlığı bozmasına izin verme. Hata yaptığını farkettiğinde, onu hemen düzelt.
Telefona cevap verirken gülümse.Seni arayan kişi bunu sesinden anlayacaktır.
Konuşmaktan, sohbetten hoşlanan bir kadın/erkekle evlen. Yaşlandığınızda, konuşma yeteneğiniz her şeyden daha önemli olacak.
Biraz yalnız kal.
Değişikliklere kucak aç, ama değerlerini yitirme.
Suskunluğun, bazen, en iyi yanıt olduğunu unutma.
Daha çok kitap oku, daha az televizyon seyret.
İyi ve saygın bir hayat sür. İleride, yaşlandığında ve geçmişi hatırladığında, bir kez daha nasıl zevk aldığını göreceksin.
Allah`a güven ama arabanı kilitle. (Deveni bağla sonra tevekkül et).
Evde sevgi dolu bir atmosfer önemlidir.Huzurlu ve uyumlu bir ortam yaratmak için elinden geleni yap.
Sevdiklerinle anlaşmazlığa düştüğünde, o anki duruma önem ver.
Geçmişte çok yaşama.
Satırlar arasını oku.
Bildiklerini paylaş. Ölümsüzlüğü elde etmenin bir yoludur.
Gezegenimize karşı nazik ol.
Dua et. Duada, ölçülemeyecek bir güç saklıdır.·
Sana sevgi gösterisinde bulunan birini engelleme.
Başkalarının işine burnunu sokma.
Onu öperken gözlerini kapatmayan bir kadın/erkeğe güvenme.
Evlenmeden önce en az 6 ay nişanlı kal.
Yılda bir kez hiç gitmediğin bir yere git.
Çok para kazanıyorsan eğer, hayattayken, başkalarına yardım et. Bu, Şansın sana verebileceği en büyük tatmindir. Unutma, istediklerini elde edememek, bazen büyük bir şanstır.
Bütün kuralları öğren, sonra bazılarına uyma.
İki insan arasındaki aşkın birbirine duydukları gereksinimden daha büyük olduğu ilişkinin, en iyi ilişki olduğunu unutma.
Başarını, onu elde etmek için vazgeçmek zorunda kaldığın şeylere bağlantılı olarak değerlendir.

19 Nisan 2010 Pazartesi

Bir Arkadaşımın Hatırası....


Bir arkadaşımın hatırası….. burada paylaşmamı istedi ben de yazayım dedim J

“ ilkokul zamanlarımda da , ki daha dogrusu ilkokul 4. sınıfta Yozgatdaydım:)
O zaman okulda bahar dönemiydi.Bandoda zil çalmıştım bir ara hatta:))
Neyse asıl olayım , okulu atletizm yarışmalarında şehir dışında temsil etmek:)
Atletizme katılmak için ilk önce okulun kendi içerisinde bir dereceye girmen lazım ki bu da ilk beş:)
Ben seçmelere adımı yazdırdım ,tabi o zaman böyle bir yarım dünyalık yoktu:)daha zayıf ve çelimsiz bişeydim:)
Hani fotografım varya walkman li:))Onun gibi işte:)
Neyse , seçmelere ismimi yazdırdım.Hemen o gecenin akşamı evde bizimkilere anlattım heyecanla.
'Babacım,ben atletizm yarışmalarına katıldım , haftasonu seçmeler var' diye.
Babamda, 'oğlum,400mt yi ilk önce rahat rahat koş , ilk metrelerde temponu çok arttırma sonradan yetişemezsin , gücün yetmez.Son metrelerde, son 100 mt de depar atar kazanırsın' dedi.
Tecrübe konusuyor işte:)
Neyse bizim o yaşlarda hayat tecrübemiz pek olmadığı için , kendimizi hedefe kitledik bu şekilde:)
Hafta sonu geldi , stadyumda 15-16 kişiydi yanılmıyorsam.
Sabah saatleri...Çizgiye geldik hepimiz yanyana...
Başladık koşmaya:))
Ben direktifleri almıştım , müthiş hedefe odaklandım...
Koşuyoruz bu arada , koşarkende aklıma babamın dedikleri geliyordu...
Hafif tempoda gidiyorum ben , ama öndekiler maşallah:))dedim 'tamam, bu salaklar yorulurlar , ben de son metrede atak yapar geçerim bunları.'
Ama bu arada sonda kaldım , alla alla dedim , yediremedim kendime.Önümde bir tane eleman vardı:)bari onu geçiyim öyle devam ediyim dedim.
Çocuğu geçtim...az önce yaşadığım tedirginliği üzerimde atmış ve biraz rahatlamıştım.
Ama yinede öndekilerin koşuşları hala tedirgin ediyordu beni.Bunların ne biçim babası var dedim.Sanırsın Süreyya Ayhan:))
Kafamda böyle çelişkiler sürerken,birden önden bir iki kişi durmaya başladı!
'Nolyo ya??' dedim..
Meğer yarış 100 metreymiş:)))))))))
Farkedince koştum ama yetişemedim ancak 6. olabilmiştim:)))
Eeee tabii çocukluk hali , tek başıma, aileden uzak,şehir dışına çıkmak o yaşlarda çok arzu ettiğim bişeydi. başladım ağlamaya:))Başarısız olmuştum:))
O kadar ağlamadan sonra okulun spor hocası dayanamayıp sende gel dedi:))
Sonra hafta sonu 2 gün il dışına çıkmış ve mutlu olmuştum:))))
Kıssadan hisseler:)))) “

18 Nisan 2010 Pazar

İyi pazarlamacı - Satışın da Böylesine Pes :))


Bir köy çocuğu şehrin en büyük marketinde işe başvurur. Dünyanın bu en büyük çarşı-marketinde herşey ama herşey satılmaktadır. Patron sorar:
“Daha önce hiç satıcılık yaptın mı?”
Çocuk cevap verir, “Evet köyümde bu işi yaptım.”Patronun gözü çocuğu tutar,
“İyi yarın başlıyorsun, akşama ilk günü değerlendiririz.”
Ertesi akşam olur ve patron çocuğu karşısına alır,
“Evet, bugün kaç satış yaptın?” Çocuk, “Bir” “Ne bir mi? Diğerleri 20 -30 satış yaptı, nasıl bir? Kaç Dolar tuttu peki?” “30000$” Patron şaşırır,
“ Nasıl becerdin bunu” der. Çocuk cevap verir,
“Adama başta küçük boy olta, sonra orta, sonra da büyük boy olta sattım.Adama nerede balık tutacağını sordum, kıyıda deyince bir tekneye ihtiyacı olduğunu söyledim, tekne bölümüne indik ve çift motorlu bir yat sattım.Vos vosuyla bunu çekemeyeceğini söyleyince son model 4.4 bir jip
sattım.”
Patron şoka girer, “Ne diyorsun, bütün bunları bir küçük olta almaya gelenadama mı sattın?” Genç çocuk cevap verir:
”Yoo, aslında karısı için bir tane orkid istemişti, ben de ona şöyle dedim, Hafta sonun mahvolmuş, sen en iyisi balığa git!”

13 Nisan 2010 Salı

FİLMAJANDA-------Aşık Shakespeare - Shakespeare In Love (1998)

Shakespeare in Love Türkçeye çevrildiği haliyle Aşık Shakespeare 1998 yapımı romantik komedi filmi. Gwyneth Paltrow, Joseph Fiennes, Geoffrey Rush, Ben Affleck, Judi Dench filmde rol alırken filmin yönetmenliğini John Madden yapmıştır.Film 13 dalda Akademi Ödüllerine aday gösterilmiş, En İyi Film Akademi Ödülü dahil 7 dalda ödül almıştır.

Yıl 1593 ve umut vadeden oyun yazarı Will Shakespeare, her yazarın zaman zaman başına gelen tıkanma hastalıklarından birini yaşıyor. Son komedisi Romeo ve Ethel, Korsanın Kızı bir türlü ilerlemiyor ve Londra tiyatro topluluğu sürekli bitmiş senaryoyu istiyor. Depresyona giren Will, tanrı vergisi yeteneğini kaybedip kaybetmediğini düşünmeye başlıyor. Tüm umudunu kaybetmişken güzel Viola ile tanışıyor ve aldığı ilham ile tüm zamanların en harika aşk hikayelerinden birini yazıyor.

Oyuncular:
Joseph Fiennes (William Shakespeare) , Gwyneth Paltrow (Viola De Lesseps) , Ben Affleck (Ned Alleyn) , Judi Dench (Kraliçe Elizabeth) , Colin Firth (Lord Wessex) , Geoffrey Rush (Philip Henslowe)

12 Nisan 2010 Pazartesi

Kolay Konularda Zor Sorular...


--- Pillerin bittiğini bilmemize rağmen kumandanın tuşlarına neden daha sert basarız?
--- İnsanlara "4 milyar yıldız var" dediğinizde size inanırlarken, "boya ıslak" dediğinizde neden kontrol ederler?
--- Bebekler 2 saatte bir uyanırken insanlar neden rahat uyumayı "bebekler gibi uyumak" şeklinde tanımlar?
--- Hava 0 dereceyken yarın 2 kat soğuk olacaksa, hava yarın ne kadar soğuk olacaktır?
--- Evli insanlar daha mı uzun yaşar, yoksa hayat onlara daha mı uzun gelir?
--- Uzaya gitmemiz nasıl bavullara tekerlek koymayı akıl edişimizden önce oldu?
--- Bir ineğe bakıp "şu sallanan pembe şeyleri sıkıcam ve içinden çıkanı içicem" diyen ilk insan kimdi?
--- "Şu tavuğun kıçından çıkan ilk şeyi yiycem" diyen ilk insan?
--- Neden ekmek kızartma makinesinin ekmeği yakan bir sıcaklık ayarı hep olur?
--- İnsanlar saati sormak için bileklerini işaret ederken, neden tuvaletin yerini sormak için kıçlarını işaret etmezler?
--- Domuzlar terlemezken insanlar neden "Domuz gibi terledim" derler?
--- Asansör düğmesine birden fazla kez basmak asansörü daha hızlı getirir mi?

11 Nisan 2010 Pazar

FİLMAJANDA-------Braveheart (1996)

13 yüzyıl İskoçyası. İngiliz Kralı Edward, İskoçya'yı da krallığına katmak istemektedir. İngiliz soylularına Prima Nocta, yani topraklarında evlenen her kadınla ilk geceyi geçirme hakkını vererek İskoç halkının ayaklanmasına sebep olur.
Çocukken ailesini ve yakınlarını özgür İskoçya uğruna kaybeden William Wallace, yıllar sonra karısı da öldürülünce halkı organize etmeye ve İngilizleri topraklarından atmaya karar verir.

Mel Gibson'ın yönettiği ve başrolünü oynadığı bu epik yapım, ülkemiz sinemalarında yıllarca gösterilerek bir rekora imza atmıştır.
1996 yılında 10 dalda Oscar'a aday olan yapım, yönetim, görüntü yönetimi, efekt, makyaj ve en iyi film dallarında ödüle layık görülmüştü.

Açılış haftasonunda, Cesur Yürek ABD’de $9,938,276 hasılat yaptı. Filmin A.B.D.’deki toplam hasılatı $75,600,000; tüm dünyadaki hasılatı ise $210,400,000 oldu.
Filmdeki Stirling Savaşı, sinema tarihinin gelmiş geçmiş en iyi savaş görüntüleri olarak kabul edilir.
Film dünyada ve tabi ki İskoçya’da büyük ilgi gördü. Filmin tüm dünyadan hayranları William Wallace’ın İskoçların bağımsızlığı için savaştığı yerleri görmeye İskoçya’ya ve filmin savaş sahnelerinin çekildiği İrlanda’ya geldi. 1997’de filmin senaristi Randall Wallace, Stirling’de Cesur Yürek’le ilgili bir konferans verdi.

Ödüller
Film 1995 Oskar Ödülü de dahil olmak üzere birçok ödül aldı:
En İyi Film
En İyi Yönetmen (Mel Gibson)
En İyi Sinematografi
En İyi Makyaj
En İyi Ses Düzenlemeleri

Aday gösterildiği ödüller:
Film Düzenlemeleri
Kostüm Dizaynı
En Orijinal Film
Ses
Müzik

4 Nisan 2010 Pazar

Atatürk'ten muhteşem bir ders


Konu azınlıklar. İnönü bir yasa çıkarmaya hazırlanıyor. Atatürk'ün huzuruna çıkıyor. Bu muhteşem anekdotu okuyun...

Başbakan İnönü saat 18.00 sularında Florya Köşkü'nde Atatürk'ü ziyaret etmiş:
- Hayırdır İsmet... Habersiz geldin.
- Paşam, azınlıklar meselesi... Konuyu Meclis'e getireceğiz... Ne diyorsunuz?
- İsmet bugün geç oldu... Yarın sabah erkenden gel, konuşalım.
***
İnönü çıkınca Atatürk "bütün görevlileri" toplamış:
- Sadece laleler kalsın... Bahçedeki diğer bütün çiçekleri sökün, atın... Derhal.
İsmet Paşa sabah gelmiş, bahçenin "halini" görmüş ve "görevlilere" sormuş:
- Ne oldu böyle?
- Gazi Paşa Hazretleri emrettiler, söktük.
Başbakan İnönü, Cumhurbaşkanı Atatürk'ün odasına girmiş:
- Paşam, bahçenin durumu nedir?
- Azınlıkları söküp attım İsmet.
İnönü "anladım" dercesine başını öne eğmiş:
Atatürk:
- İsmet, ben "Ne Mutlu Türküm Diyene"
sözünü boş yere söylemedim... Kendini Türk hisseden herkes bu vatanın öz evladı... Ben hayatta olduğum sürece bu böyle bilinsin... Ve sakın azınlıklar ile ilgili bir kanun çıkarılmasın.

(Yavuz Donat'ın yazısından alıntıdır.)

İsteksiz - Seçim Zamanı


2007 Seçim döneminde maillere düşen güzel bir yazı . . . 

İsteksiz

Bir partinin genel başkanı olmak istemezdim bugünlerde..
"Cumhurbaşkanını halk seçsin" diye ortalığı ayağa kaldırırken "Adayları halka seçtirmem" inadıyla odaya kapanıp bir despot gibi aday listesi hazırlama ikiyüzlülüğünü içime sindiremezdim herhalde...
Kapandığım odada "Bu, Aleviler için", "Bu, askerin gözüne girmek
için", "Bu, Kürtlere şirin görünmek için", "Bu, solcuları (ya da sağcıları) kandırmak için" diye isimlerin yanına tık atamaz, "Bu, zamanında bana yan bakmıştı", "Şu, parti politikalarına karşı
çıkmıştı", "O, kes dediğim halde sakalını kesmemişti" diye bazı isimleri veto edemezdim.
"Yaşlandı artık" diye vefalı dostlarımı biçmek, yakışıklı, güzel ya da popüler diye yeni isimler seçmek, kabiliyete değil, sadakate göre liste tanzim etmek ağırıma giderdi.
Hele getirecekleri oyları aldıktan sonra, vitrine koyduğum isimleri hızla harcayacağımı ve bir sonraki seçime yeni bir vitrin tasarlayacağımı bilerek bunu yapmak hepten zor gelirdi. Listeyi yazıp kulağımı eleştirilere, telefonumu şikâyetçilere kapatan bir başkan olmak istemezdim.
* * *
Bir partiden aday da olmak istemezdim bugünlerde... Ağzımı açınca demokratik siyasetten, parti içi demokrasiden, lider sultasından dem vururken adayların açıklanacağı günlerde bu sözleri yutup sipere yatmak, tam konuşacağım zaman susmak, ağır gelirdi. Her konuşmada genel başkana saygılar sunmak, tek seçicinin emrinde bir nefer olmak, ama aday gösterilmeme ihtimaline karşı da "Zaten o parti de, lideri de 5 para etmez" açıklamasını cepte tutmak kişiliğime zarar verirdi. Liderin padişah olduğu bir yapıya baştan razı olup sonradan "Harcadılar beni" diye dövünmekten de, beş para etmez bir aday, sırf vitrini güzel diye listede benim üstüme yazılınca sevinmiş gibi görünmekten de utanırdım. Sırf lider adımı oraya yazdı diye, daha önce hiç uğramadığım bir kente gidip oranın hiç görmediğim ve belki bir daha da hiç görmeyeceğim insanlarından "Sizi temsil edeceğim" yalanıyla oy istemeyi kendime yediremezdim.
* * *
Açıkçası, bu seçimde seçmen olmak da gelmiyor içimden... Meclis'in yarısını "İşe yaramazmış" diye çürüğe çıkardıktan sonra aynı seçicilerin yeni seçtikleri adaylara oy vermeye elim varmıyor. Kurdukları yüzde 10'luk barajla benim irademin Meclis'e yansımaması için ittifak yapan liderlerin "İşte senin oy vereceğin insanlar bunlar" diye önüme sürdüğü fiks mönüden yemek, kendi seçmediğim, kim olduğunu bilmediğim, ama nasıl seçildiklerini bildiğim adaylar için sandığa gitmeye de gönlüm razı olmuyor. Karşı çıktığım bir sistemin adaylarına oy vermeye gidersem, kürkçü dükkânına alışverişe giden bir tilkiye benzerim diye korkuyorum. Bağımsızlar dışında, kendi seçmediğim adaylara ve benzer vitrinler sayesinde hepsi iyiden iyiye birbirine benzeyen partilere oy vermek saçma geliyor. Velhasıl kararsız filan da değil; düpedüz isteksizim bu seçim...

Başarı Nedir?

Başarı deyince aklımıza farklı şeyler gelir.
Toplumun gözünde başarı iyi maddi gelir getiren bir kariyer,büyük bir ev, lüks bir arabadır.
Aslında bunlar başarılı olmanın tanımı değildir.
Aşağıda Ralph Waldo Emerson 'in başarı tanımına kulak verelim:

BAŞARI ;
Sık sık gülmek ve çok sevmektir;
Akıllı insanların saygısını ve çocukların sevgisini kazanmaktır;
Dürüst eleştirmenlerin onayını almak;
Sahte dostların arkadan vurmalarına dayanmaktır;
Güzeli sevmektir;
Herkesteki en iyiyi bulmaktır;
Karşılık beklemeyi hiç düşünmeden kendiliğinden vermektir;
Geride ister sağlıklı bir çocuk, ister kurtarılmış bir ruh, ister bir
parça yeşil bahce, ister iyileştirilen bir sosyal durum bırakarak dünyanın
iyileşmesine katkıda bulunmaktır;
Gönlünce eğlenmek ve gülmek;
Kendinden geçerek şarkı söylemektir;
Tek bir kişi bile olsa, birinin sizin varlığınızdan ötürü daha rahat nefes
aldığını bilmektir.
İşte bu başarılı olmaktır.

400 Yıl Sonrayı Gördü


Bir Mimar Sinan eseri olan Şehzadebasi Camii'nin 1990'lı yıllarda devam eden restorasyonunu yapan firma yetkililerinden bir insaat muhendisi, caminin restorasyonu sırasında yaşadıkları bir olayı TV'de şöyle anlatmaştı:
Cami bahcesini cevreleyen havale duvarinda bulunan kapilarin uzerindeki kemerleri olusturan taslarda yer yer curumeler vardi.Restorasyon programinda bu kemerlerin yenilenmesi de yer aliyordu. Biz insaat fakultesinde teorik olarak kemerlerin nasil insaat edildigini ogrenmistik fakat tas kemer insaasi ile ilgili pratigimiz yoktu.
Kemerleri nasil restore edecegimiz konusunda ustalarla toplanti yaptik. Sonuc olarak kemeri alttan yalayan bir tahta kalip cakacaktik. Daha sonra kemeri yavas yavas sokup yapim teknikleri ile ilgili notlar alacaktik ve yeniden yaparken bu notlardan faydalanacaktik. Kalıbı söktük.
Sökmeye kemerin kilit taşından başladık. Taşı yerinden çıkardığımızda hayretle iki taşın birleşme noktasında olan silindirik bir boşluğa yerleştirilmiş bir cam şişeye rastladık.
Sisenin içinde durulmus beyaz bir kağıt vardı. Şişeyi açıp kağıda baktık. Osmanlıca bir şeyler yazıyordu. Hemen bir uzman bulup okuttuk.
Bu bir mektup idi ve Mimar Sinan tarafindan yazılmıştı. Şunları söylüyordu:
"Bu kemeri olusturan taşların ömrü yaklaşık 400 senedir. Bu muddet zarfinda bu taşlar çürümüş olacağından siz bu kemeri yenilemek isteyeceksiniz. Büyük bir ihtimalle yapı teknikleri de değişeceğinden bu kemeri nasıl yeniden inşaa edeceğinizi bilemeyeceksiniz. İşte bu mektubu ben size, bu kemeri nasıl inşa edeceğinizi anlatmak icin yazıyorum. "
Koca Sinan mektubunda böyle başladıktan sonra o kemeri inşa ettikleri taşları Anadolu'nun neresinden getirttiklerini söylerek izahlarına devam ediyor ve ayrıntılı bir biçimde kemerin inşaasını anlatıyordu......
Bu mektup bir insanın, yaptığı işin kalıcı olması için gösterebileceği çabanın insan üstü bir örneğidir. Bu mektubun ihtişamı, modern çağın insanlarının bile zorlanacağı taşın ömrünü bilmesi, yapı tekniğinin değişeceğini bilmesi, 400 sene dayanacak kağıt ve mürekkep kullanması gibi yüksek bilgi
seviyesinden gelmektedir.
Şüphesiz bu yuksek bilgiler de o koca mimarın erişilmez özelliklerindendir. Ancak erişilmesi gerçekten zor olan bu bilgilerden çok daha muhteşem olan, 400 sene sonraya çözüm üreten sorumluluk duygusudur.

ALINTI

...Kuzgun leşe!


Maillere düşen başka bir güzel bir yazı . . . (30/01/2008)


Bir güne sığdırılan (ikisi yurtdışı gidiş geliş) dört uçuşu sonunda, havada beyin kanaması geçirdikten sonra komadan çıkamayıp ölen, yeni bebek sahibi hostesi duydunuz değil mi?
Kader belki şudur: 33 yıl önce düşen THY uçağının pilotu olan babasıyla aynı gün toprağa verilmek. Üstelik kendi doğum gününde.
Ama ilkyardım çantası dahi boş olan uçaklar kader değildir.
İnsanların "köle gibi" çalıştırılması kader değildir.
İşsizlik, geçim, kariyer gibi endişeler içindeki insanları köleleştirip bazen uçaklara, bazen bankalara, bazen karakollara tıkmak kader değildir.
Doğru; bir hosteslik, bir bankada bir masa, bir vezne önü, bir memurluk, öğretmenlik, polislik kapabilmek için sınavlara üst üste yığılıyor insanlar.
Torpiller aranıyor; partililer peşinde koşuluyor.
Eleklerde sürünülüyor.
O yüzden, hepsi köleleştirmeye müstahak görülüyor.
Kamu böyle.
Özel sektör de farklı değil.
Cafcaflı, pek modern, online bankalara bir bakınız.
Önünden geçerken akşam geç bir saatte; bir şubeye burnunuzu dayayıp bir bakınız.
İçeride, genellikle fazla mesai filan da ödenmeden, genç yaşlarında rakam, bilanço, prim, hedef manyağı kılınarak akşamın geç saatlerine kadar (hırsla ve endişeyle) çürütülen insanlar göreceksiniz.
"Adaletsizlik" ve "hakkaniyetsizlik", şahin gibi bir yırtıcılık, hoyratlık her yerine işlemişse, derin veya sathi "kamusal hayat" leşe döndürülmüş kuzgunlarla, kurda yem olan yahut kurtlaşmış kuzularla doludur zaten.

Anadolu İnsanımızın İnce Düşünceliği


Kültürümüzle gurur duyalım ve onu yaşatmaya çalışalım.

“Tıp Fakültesini yeni bitirmiş, pratisyen hekim olarak ilk görev yaptığım yere, Konya'ya bağlı bir beldenin sağlık ocağına gitmiştim. Gençtim, bekârdım. Küçük bir beldeydi gittiğim yer. İlk gece bir eve misafir olmuştum. Tren istasyonunun hemen yanında bir evdi. Akşam yemeğinden sonra çaylarımız gelmiş, sohbetler edilmişti. Üzerimde yol yorgunluğu, geldiğim yeni yerin yabancılığı vardı. Saatler ilerliyor, ağır bir uyku beni içine çekiyordu. Ev sahibine bir şey de diyemiyordum. Saatler epey ilerledi ama yine bir hareket yoktu.  Evin büyüğü olan hacıanneye sıkılarak sordum:
"Anneciğim, sizin buralarda kaçta yatılıyor?" Hacıanne:
"Evladım treni bekliyoruz. Az sonra tren gelecek, onu bekliyoruz" dedi.
Merak ettim, tekrar sordum:
"Trenden sizin bir yakınınız mı inecek?" Hacıannenin cevabı inanılacak gibi değildi:
"Hayır evladım, beklediğimiz trende bir tanıdığımız yok. Ancak burası uzak bir yer. Trenden buraların yabancısı birileri inebilir. Bu saatte, yakınlarda, ışığı yanan bir ev bulmazsa, sokakta kalır. Buraların  yabancısı biri geldiğinde, ışığı yanan bir ev bulsun diye bekliyoruz."”

Prof. Dr. Saffet Solak

12.08.2006 tarihinde maillere düşen bir yazıdan . . . Anı sahibi
Saffet Bey'in hoşgörüsüne sığınarak . . .